DARBELER
Milli Düşünce Gazetesi Röportaj 3
Veysi ERKEN
Milli Düşünce
Gazetesi olarak 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin sene-i devriyesinde Türkiye'de
darbe karanlığının bir daha yaşanmaması ve halkımızın bu konuda teyakkuz
halinde olması ümidiyle; “1876 yılında Sultan Abdülaziz'in tahtan indirilmesi,
1909 yılında 31 Mart Vakası, 1912 Halaskâr Zabitan Bildirisi ve Sopalı
Seçimler, 1913 Bab-ı Ali baskını ve 27 Mayıs 1960 Darbesi. 1962 ve
1963 Talat Aydemir darbe girişimleri, 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980
Darbesi, 28 Şubat 1997 Post modern darbe, 27 Nisan E-muhtırası, 15 Temmuz 2016
kalkışma ve işgal girişimi”. Bütün bu tarihlere baktığımızda yaşadığımız ülke
adeta bir darbeler, muhtıralar, ihtilallar coğrafyası... Her 10 yılda bir
tekrar eden "darbe geleneği" toplumu dizayn etme ve ülke yönetimini
elinde bulundurma isteği taşıyan karanlık odaklar ve onların gönüllü hizmetkârı
olan işbirlikçi piyonlar tarafından gerçekleştirildiği artık aşikâr. Bu
minvalde toplumumuzun bilinçlenmesi ve bir daha asla tekrarlanmaması için
"Darbeler Tarihi" üzerine en çok merak edilen konular üzerinden
sorular hazırladık.
1- 1876 Sultan Abdülaziz'in hal'i ve 1909 yılında 31 Mart
Vakası ile birlikte gerçekleşen Sultan Abdülhamit'in tahttan indirilmesi gibi
elim hadiselerin milletimizin bağrında açtığı derin yaralar sizce nelerdir?
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmanirrahim diyerek suallerinize cevap vermeye çalışayım.
Tabii ki “darbe”leri önleyebilmek için “darbe”nin ne olduğunu bilmek ve hangi
“zemin”de neşvu nema bulduğunu veya bulabileceğini bilmek gerekir evvelce.
Birbirine yakın iki kavram söz konusudur. Darbe ve inkılab.
Bu iki kavram anlam
bakımından birbirine yakın olmakla birlikte aralarında farklılık vardır. “İnkılab” kavramı bir şeyi değiştirmek,
dönüşüm, köklü değişiklik anlamında kullanıldığı halde “darbe” "Bir ülkede mevcut iktidarı devirmek ve iktidarı
ele geçirmek için yapılan silahlı hareket". Silahlı darbe, bir ülkede silahlı
kuvvetler mensuplarının veya eline silahı geçirmiş veya tutuşturulmuşların silah
zoru ile ülke yönetimine el koyması olarak ifade edilir.
Dikkat edilirse “darbe” zorbalığa dayanır. İleri sürülen sebepler ve gerekçeler
farklılaşabilir ama neticede yönetimin/ yönetimdekilerin silah zoruyla uzaklaştırılmasını
ifade eder.
Ülkelerde yönetimlerin ve iktidarların
zora dayalı olarak el değiştirmesi tarihen varittir. İslam beldelerinde
yönetime, zora dayanan iktidara el koyma Hz. Ali ve Muaviye arasındaki yönetme
iddiası dönemine kadar uzanır desem abartmış olmam.
O tarihten itibaren yönetimin zorla ve
zorbalıkla el değiştirmesi fazlaca görülmüştür. Genel bir ifade kullanacak
olursak “meşverete” ve “seçime/tercihe” dayalı yönetim
değişikliğinin olmadığı “halkın reyi ve
iradesi”nin olmadığı zeminlerde “darbe”
ile değişiklikler daha kolay ve sık olmuştur. “Yönetme ve hükmetme gücünü” ele geçirme arzusu darbe süreçlerini
hızlandırmıştır.
Sorunuzda belirttiğiniz Sultan Abdülaziz
döneminden itibaren “darbe”lerin
oluşuna ve sebeplerine bakacak olursak pek çok şey söylenebilir ve sebep
aranabilir.
Tarihen bilebildiğimiz kadarıyla
Osmanlı, güçlü döneminde muhtelif sebeplerle bazı topluluklara ve ülkelere
imtiyazlar tanımış bir devlettir ve saltanat yönetimi hâkimdir. “Karar alma” sürecinde halk söz sahibi
değildir. Karar alma süreçleri sultan ve paşalar marifetiyle gerçekleşmektedir.
Hanedan ve onun yönetime tayin ettiği
kişiler (hem asker hem de sivil yönetim birdir) karar almış ve uygulamışlardır.
Sualinizin çerçevesini aşmamak için yönetimin işleyişi üzerinde durmuyorum.
Belirli dönemlerde verilen imtiyazlar,
ülkenin her türlü imkânında ve gücünde zafiyet baş göstermesi devletinin aleyhine
dönmüş ve ülkeyi dış müdahalelere açık hale getirmiştir.
Abdülaziz dönemindeki darbeye zemin
hazırlayan faktörler arasında başka ülkelerin dayatmasıyla çıkarılan “Islahat fermanı” ile azınlıklara ve
azınlıkları sahiplenen dış güçlere verilen imtiyazlar, Abdülmecit döneminde
başlanan borçlanmalar ve onlarla işbirliği yapan sarayın içindeki görevliler
yer alır. Malum para alan emir alır düsturu her zaman geçerlidir.
Islahat fermanının yanında borçlar,
yeni borçlanmalar ve yeni yapılan ticaret anlaşmaları ülkeyi çıkmaza sürükledi,
dış politikada zafiyet arttı ve ülkeyi müdahalelere açık hale getirdi. Dış politikayı yürütenlerin bir kısmı karanlık
mahfillerle işbirliğine gitti. Şu devletin bu devletin adamı ayyuka çıktı.
Düşünün ki, Yakup Bey
Kaşgar hanlığını Osmanlıya kattığı ve o bölge devletin parçası durumuna geldiği
halde içteki zafiyet yüzünden oralara gereken ilgi ve yardım yapılamamış ve o
bölge tekrar Çin ve Rus işgaline açık hale gelmiştir.
İçte borçlardan ve
Islahat fermanından oluşan sıkıntılar çekilmez hale gelmiş ve yönetimdekilerin
bir kısmı yabancılarla işbirliği içerisinde Abdülaziz’i silah zoruyla devirme
bahanesini ortaya çıkarmıştır.
Okuyabildiğim
kadarıyla bundan sonra olan bütün darbelerde yabancı güçlerin etkisi söz konusu
olmuştur. Haklı ve ahlaklı demiyorum. Kendini güçlü olarak gören yapılar ve
zihniyetler daima iç piyonlar (bilhassa elinde silahı olan ve bankerlerden)
elde ederek yönetime darbe yapmaya tevessül etmişlerdir.
Bundan sonra en
önemli darbe İttihat ve terakki marifetiyle gerçekleştirildi. İttihat ve
terakki incelendiğinde en başından itibaren içinde yabancı ve Masonik unsurları
görüyoruz. Osmanlının her döneminde olduğu gibi bu dönemde de asker sivil
ayırımı yoktur ve asker kişiler yönetimin içindedir ve ittihat ve terakkinin
içindedir. Fethi Okyar’ın ifadesiyle hiçbir felsefesi, programı olmayan bu
hareket ittihat ve terakkinin kurucuları vasıtasıyla oluşturulan ve ileri
sürülen sebeplerle müdahalede bulunmuş ve başarıya ulaşarak devleti
dağıtmıştır.
Müdahale neticesinde
Meşrutiyet rejimi ihya edilmiş olmakla birlikte işler iyiye gideceğine daha da
kötüye gitmiş devletten kopmalar artmıştır. Neredeyse her şeye hâkim ve müdahil
olduğu halde yönetimde yer almayan İttihatçılara karşı derin sukutu hayal oluşmuş
ve bunun neticesinde kargaşa artmıştır. İttihatçılar bu kötü gidişattan dolayı daha
da hırslanarak muhalif addettiklerini sindirmek ve onlardan intikam alma
duygusuyla hareket ettiler.
Bu nedenlerden dolayı
kendi içlerinden bir grup 31 Mart hadisesi olarak bilinen eyleme kalkıştı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ileri
gelenleri saklanıyor veya İstanbul’dan uzaklaşıyor. Ancak eyaletlerde ve
özellikle Makedonya’da duruma hâkim vaziyette olan ittihatçılar. Meşrutiyetin
korunması için hemen asker toplayıp İstanbul’a yürünmesini kararlaştırıyor.
İkinci ve Üçüncü Ordu’nun askerlerinden oluşan ve adına “Hareket Ordusu”
denilen öncü birlikler 19 Nisan’da trenle Yeşilköy’e geliyor. Hareket Ordusu
kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa ertesi gün Hadımköy’e, 22 Nisan’da da kumandayı
devralacak olan Mahmud Şevket Paşa Yeşilköy’e ulaşıyor. Bunun üzerine Meclis-i
Meb‘ûsan 22 Nisan’da Yeşilköy’e gelerek toplantı yapıyor. Neticede Sultan Abdülhamit
görevden uzaklaştırılıyor.
Sultan görevinden uzaklaştırıldığı
halde olaylar ve hâkimiyet mücadelesi durmuyor. Ülkenin siyaseten kamplaşma ve
kargaşa içerisinde bulunduğu, İttihatçı ve İtilafçı olarak ikiye bölündüğü
şartlarda 1912’de genel seçimler yapılıyor. Seçimden İttihat ve Terakki büyük
bir başarıyla çıkıyor. Ancak bu başarı
ne yazık ki halkın teveccühünden kaynaklanan bir başarı değil, tarihe sopalı seçim olarak geçen bu
seçimde İttihat ve Terakki’ye mensup subayların, memurların baskıları ve yer
yer sopaları ile böyle bir başarı elde ediliyor.
1912 seçimi sonucunda İttihat ve
Terakki dikensiz bir gül bahçesi şeklinde muhalefetsiz bir meclise kavuşuyor.
Fakat meclisten kovulan muhalefet bu kez ordu içerisinden çıkıyor.
Muhalefetin sindirilmesi, ülkenin
geleceği ile ilgili kararların cemiyette alınması, orduda yalnızca İttihatçı
subayların önemli görevlere getirilmesi ve ayrıcalıklı konuma yükseltilmesi
ordunun geri kalan kısmında büyük bir rahatsızlığa sebep oluyor. Bu rahatsızlık
1912 yılının mayıs- haziran aylarında Halâskâr-ı Zabitan ( Kurtarıcı
Subaylar ) adında Ordu içerisinde bir gizli örgütün kurulmasını
beraberinde getiriyor.
18 Temmuz
günü "Halaskaran-ı Zabitan" grubu şu içerikte bir
bildiriyi yayınlayarak siyasete müdahil oluyor. "Ordu siyasetin dışında kalmalı,
Meşrutiyet yalnız sözle değil, samimi şekilde korunmalı, hükümet iktisadi
kalkınmaya önem vermelidir. Fakat bunun için namuslu ve tarafsız kişilerden
oluşacak yeni bir kabine kurulmalıdır. Ayrıca siyasi partilerde, mülki
memuriyetlerde görev alan bütün subaylar orduya dönmeli ve yalnız askerlik
mesleğini yapmalıdır."
Halaskaran-ı zabitanın bildirilerine rağmen
ittihatçılar boş durmuyor, güçlerini korumaya ve silahlarıyla beraber yönetime
müdahalede bulunmaya devam ediyor ve Enver bey’in Babıâli baskınıyla darbe
geleneği sürdürülüyor.
Özetleyecek olursak darbe geleneği
yönetime zorla el koyma faaliyetidir. Her dönem iç ve dış faktörler bir araya
getirilerek darbeler gerçekleştirilmeye çalışılmış ve çalışılmaya zemin
bulunmuştur. Yönetim de yer alanların hem asker hem vekil hem de mülki amir
gibi görevleri birlikte devam ede gelmiş, Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar bu
anlayış devam ettirilmiş, “ya askerlik
ya vekillik” tercihiyle sonlandırılmaya çalışılmıştır.
Özellikle “meşveret ve serbest seçim” geleneğinin olmadığı, “halkın reyi ve iradesi”nin olmadığı
yönetim anlayışlarında darbeler her zaman söz konusu olabilir. Dış faktörler,
borçlanmalar, silahlı güçlerin yetiştirilme tarzları ve İçerden piyonlar şu
veya bu şekilde devşirilebilir ise darbelere teşebbüs edilmesi mümkün olabilir.
Ve sonuç olarak, bütün darbeler süreç
içinde milletin yaşayışında, değerlerinde ve ahlakında her zaman tahribatı
olmuş, derin yaralar açmış ve ülkede güvensizlik ortamını arttırmış, ülkeyi dış
mihraklara daha bağımlı hale getirmiştir diyebilirim.
2- Türk Silahlı
Kuvvetleri (TSK) İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesi 2013 yılında "Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt
dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak,
caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini
sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri
yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır"
(13/7/2013-6496/18 md.) biçiminde yeniden düzenlendi. 1934 tarihli
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesinde; TSK’nın
vazifesini “cumhuriyeti koruma ve
kollama” olarak tanımlanmıştı.
Bu madde ülkemizde darbelerin yaşanmasında etkili olmuş
mudur?
Etkili olmaz mı? Hem
eski hem de yeni hali etkili olmuştur. Eski hal darbeleri teşvik etmiş, yani
hali teşebbüsleri azaltmış, darbe heveslilerin gücünü kırmıştır.
“Cumhuriyeti koruma ve kollama” ifadesi ve gerekçesi
bütün darbelerde ve darbe teşebbüslerinde kullanılmıştır. 27 Mayıs 1960, Albay
Talat Aydemir’in 22
Şubat 1962
ve 20 Mayıs 1963 teşebbüsleri, 12 Mart 1971,12
Eylül 1980, 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007 darbeleri veya darbe teşebbüslerinin
tamamında 35. Madde esas alınmış ve kullanılmıştır.
Bir gruba hukuka
uygun olmayan yetkiyi bir zümreye, özellikle silahlı bir gruba böyle bir
yetkiyi ve görevi kanunla verirseniz bu yetki ve görev her zaman kötü niyetle
kullanılabilir. Nitekim maddede belirtilen yetki ve gerekçe 27 Mayıs 1960 darbesi
ve sonrakilere mesnet olarak daima gösterilmiş ve kullanılmıştır.
Hatta bir dönem
maalesef bu yetkilendirme daha kötü hale getirilmiştir. 35. Madde yetmezmiş
gibi yetki devri, 1997 yılında yönetmelikle yapılmış ve kısa sürede yetki
kötüye kullanılmıştır.
09.01. 1997 yılında
Resmi Gazetede yayınlanmış “Kriz
Yönetimi Yönetmeliği” incelendiğinde durum açık bir şekilde görülür. Zaten
bu yönetmeliğin yayınlanmasından kısa bir süre sonra ülkemizde kriz çıkarılmış
ve 28 Şubat 1997’de post modern darbe
olarak ifade edilen “darbe”
gerçekleştirilmiştir. 2013 yılından sonra darbe arzuları zayıflamıştır. Yani
silahlı güçlerdeki yönetime el koyma hevesi azalmış olduğunu görüyoruz.
15 Temmuz darbe
girişimine baktığımızda tamamen dış odakların kontrolünde ve onların piyonları
vasıtasıyla olduğunu görüyoruz.
3- 27 Mayıs 1960 Darbesi hangi konjonktürde
ortaya çıktı? Oluşum zihniyeti neydi? Darbeyi yapanlar kimlerdi?
27 Mayıs darbesinin
ortaya çıkışı 14 Mayıs 1950 yılının seçimleri akabine dayandığını düşünüyorum.
İlk olarak -tam olmasa bile- serbest
seçim yapılmış ve halkın rey ve iradesi yönetime yansımıştır. İktidar el değiştirme durumuna gelince, imkân
ve güçlerini kaybetmek istemeyenler seçimin akabinde İnönü’ye iktidarı bırakma,
seçimlere hile karıştırıldı telkininde bulunan askerlerin ve sivil
görünümlüler, darbe heveslileri olmuştur.
Darbeler geleneğinden
gelenlerin bir kısmı yönetme güçlerini kaybetmeyi, iktidarın el değiştirmesini istemedi.
Kendisini ebedi olarak iktidarın varisi gören ve darbeci zihniyet geleneğini
sürdürmeye çalışanlar seçimle iktidarın el değiştirmesini hazmedemedi o
dönemde.
Günümüzde bile o melun
zihniyetin varisleri yönetimin serbest seçim, rekabet ve tercihlerle değişimini
hazmetmiş değildir.
27 Mayıs 1960
darbesini incelediğimizde seçim sonrasında ülkede önemli değişimler başlamış,
iktisadi kalkınma hızlanmış, imar faaliyetleri başlamış, NATO denilen teşkilata
girilmiş, ekonomik gelişim için borçlanmalar olmuş, sosyal ve kültürel hayatta
düzelmeler (Ezanın Arapça okunması, insanların ibadetlerini daha rahat bir
şekilde ifa edebilmesi vs.) olmuştur.
Özetle, eski yönetme
gücüne dönmek isteyenlerin, 35. Maddeye istinat ettirdikleri refleksleri
devreye sokması ve geçmişleri itibarıyla da dış güçlerle irtibatlı olmalarıyla 27
Mayıs 1960 darbesini gerçekleştirmişlerdir.
4- Darbeler heyulası Türkiye'nin makûs talihi midir? Bu
fasit daireden ülke olarak kurtulabilir miyiz?
Darbeler heyulası bir
ülkenin makûs talihi değildir ve olamaz. Yönetimin işleyişi ve el değiştirmesi
ile ilgili düzenlemeleriniz sağlıklı ve bunların ihlali ile ilgili
tedbirleriniz doğru ise darbeler makûs talih olmaktan kolaylıkla çıkarılır.
Özellikle merkezi ve
mahalli yönetimlerin işleyişinde halkın inancıyla barışık bir hukuk nizamıyla
halkın karar alma süreçlerinde etkisi arttıkça ve darbe yoluyla müdahil olmak
isteyenlere karşı uygun kural ve ilkeler geliştirildikçe ve yeterli tedbir
alınmış ise darbeye teşebbüsler ortadan kaldırılır.
Böylece toplum darbesiz
bir yaşayışa ve bir “kurtarıcı” beklememe düzenine alışmış olur.
Mesela 28 Şubat post
modern darbesine karşı “Türkiye’yi
Suriye yaptırmayacağız” direnci o günün iktidarı tarafından sergilenebilmiş
olsaydı darbe başarısızlığa mahkûm olurdu. 27 Nisan darbe girişimine karşı “milletin iradesinin tecelligahı olan
TBMM’nin iradesi dışında bir irade tanımıyoruz” anlayışı iktidar kesiminde
yer bulunca teşebbüs akamete uğramıştır.
Daha sonra yapılan
düzenlemelerle darbe gerekçeleri -tam
olmamakla birlikte- ortadan kaldırılmış toplumda direnç bilinci yükselmiştir.
Kısaca toplum darbeye
ve darbe heveslilerine karşı bir yaşayış, alışkanlık ve duruş kazanırsa
darbeciler hayat hakkı bulamaz.
Dolayısıyla ülke
böyle bir fasit daireden kurtarılmış olur.
Nitekim direnç ruhunun semeresini Allah’ın nusretiyle 15 Temmuz 2016’da
yaşamış olduk
5- Darbelerin sebebi nedir, iç ve dış odakların rolü
nedir?
Genel bir sebep
olarak şunu söyleyebilirim. Darbelerin
ana sebepleri yönetme gücünü elde tutma veya ele geçirme arzusu, ekonomik imkânları
kullanma, tekelleştirme, alan üzerinde hâkimiyeti sağlama biçiminde
sıralanabilir.
Tabii ki, bunu açmak
ve iç dış odakların rolünü irdelemek gerekir. Darbelerdeki dış odakların rolüne
bakacak olursak genelde hâkimiyet kurmak istedikleri ülkelerde ve topraklarda
yönetime kendilerine bağımlı olacak ve hizmet edecek unsurları iktidara getirme
şeklinde ortaya çıkar.
Genelde
yetiştirdikleri elemanlar ve borçlandırdıkları unsurlarla darbelere müdahil
olmaya çalışırlar. Tarihin derinliklerine gitmeye gerek yoktur. Sadece Sultan Abdülaziz
döneminden itibaren darbe geleneğini incelediğimizde bu gerçeklerle
karşılaşırız.
Özellikle ülke dışına
çıkmış ve onların tezgâhından/tedrisatından geçmiş olanları incelediğimizde bu
gerçeklerle karşılaşırız.
Aynı şekilde
borçlanmalar da dış odakların müdahilliğini arttırmıştır. “Para alan emir alır” bunun tipik bir gerçeğidir. 28 Şubat 1997
darbesi öncesinde de en önemli sebeplerden biri ekonomi ile ilgili “havuz Sistemi”nin oluşturulması,
böylece gelir gider dengesinin sağlanması ve borçlanma istenmemesinin varit
olduğunu bilmeyen yoktur herhalde.
İç odaklara gelince
bunlar genel anlamda sermaye grupları, yönetme gücünü kaybetmeyi hazmedemeyenler
ve ebedi yönetmeyi kendine hak gören zihniyet ve mevzuat itibarıyla kendini
muktedir gören yapılardır.
Bu yapılar özellikle
dış odaklarla işbirliği yaparak veya emirlerine girerek darbecilik rolünü
oynarlar.
6- Neden darbeler Batılı, gelişmiş ülkelerde değil, az
gelişmiş ve sömürgeleşmiş devletlerle birlikte hassaten İslam Coğrafyası içerisinde
yaşanmaktadır?
Batılı ülkelerin
çoğunda krallık anlayışı hâkimdir. Ancak Krallık yanında hem merkezî hem de
mahalli idarelerde yönetme gücünün nasıl kullanılacağı, nasıl yönetimin el
değiştireceği anlaşılır ve açık bir şekilde belirlenmiş, kurum ve kuruluşların
yetki ve sorumluluk alanları belirlenmiştir.
Özellikle batı
ülkelerinde iç ve dış tehditlere karşı tanzim edilmiş silahlı güçlerin görev,
yetki ve sorumlulukları anlaşılır bir şekilde belirlenmiştir. Bu sebeplerle
batılı ülkelerde “darbe”ler yok
denilebilir. Anlaşılır bir ifadeyle batıda, yönetme gücü ve yönetimin nasıl el
değiştireceği, halkın irade ve tercihinin yönetime nasıl yansıtılacağının şekli
açık bir şekilde belirlenmiştir.
Darbeler veya darbe
teşebbüsleri daha çok despotik yönetim alanlarında ve yetkilerin devredilmek
istenmediği coğrafyalarda gerçekleşir. Bu tür yerlerde iç ve dış müdahaleler
kolaylıkla yapılabilmektedir.
Bahsettiğiniz
coğrafyalarda genel anlamda gücü elinde bulunduranlar güç, yetki ve hâkimiyetlerini
kaybetmek istemezler.
Yönetimi seçme ve
değiştirme yetkisi halka verilmiş değildir. Tipik misal olsun diye, Irak, İran,
Suriye incelenebilir. Güya bu ülkelerde seçimler yapılıyor. Seçme ve tercih
hakkı olmayınca kitleler aldatılıyor ve darbeye zemin hazırlanmış ve süreçleri
kolaylaştırılmış oluyor.
Bu tür yönetimlerin
hâkim olduğu yerlerde dış odakların müdahalesi kolaylaşıyor. İlgili ülkelerin
insanlarından devşirdikleriyle darbeler daha kolay yapılır hale geliyor. BAE ve
Suudi yönetimlerindeki darbeler bunun misalidir.
Özetle diyebiliriz
ki, yönetimlerin serbest ve tercihe dayalı bir şekilde el değiştirebildiği,
kurum ve kuruluşların görev, yetki ve sorumluluklarının açık bir şekilde
belirlendiği ülkelerde, darbeler zemin bulamaz, revaç bulamaz ve darbeler
olamaz.
7- Haklı darbe var mıdır? Meşruiyet darbeyi haklı kılar
mı? Darbeler haklı ve adil bir düzen getirebilir mi?
Haklı darbe var
mıdır?
Cevaplandırılması zor
bir soru. Türkiye gibi yönetimlerin seçimle serbestçe el değiştirdiği, yönetime
halkın katıldığı ülkelerde hiçbir darbenin meşruluğu ve gerekçesi olamaz. Kabul
edilemez, haklı bulunamaz. Yönetime talip olanlar plan ve programlarıyla
serbest seçim ve tercihlerle yönetime gelir ve gider.
Bir ülkede yaşayanların
haklarının tamamen gasp edildiği, yok sayıldığı yerlerde haklı darbeler söz
konusu olabilir. Mesela Çin ve Kuzey Kore denilen ülkelerde insanın neredeyse
insan kabul edilmediği yönetim anlayışlarına karşı yapılacak darbeler haklı
darbe olarak nitelendirilebilir.
Doğu Türkistan
coğrafyasında, Uygur Türklerinin her bakımdan yok edilmeye çalışıldığı bir durum
söz konusu olduğundan oradaki darbe girişimleri haklı olarak görülebilir.
“Haklar”ın, özellikle “insani hak ve değerlerin” hâkim olmadığı yerlerde ve düzenlerde
darbe meşruiyet kazanır veya kazanabilir. Darbecilerin zihniyeti hak ve hukuka
uygun ise adil bir düzen getirebilir, inkılâbı sağlayabilir, despotizmi ortadan
kaldırabilir.
8- Darbeler nasıl önlenir, başarısız darbeler nasıl
bastırılmalıdır. Darbe sonrası takibatta ölçü, şiddet ne olmalıdır?
Darbeler, “açıklık en doğru yoldur” ilkesinin
benimsenmesi ve hukukun hâkim kılınması, kurum, kuruluşların görev, yetki ve
sorumluluklarının açık ve anlaşılır biçimde ifade edilmesiyle önlenebilir.
Hukukun hâkim olması kanuni düzenlemelerin gerçekleştirilmesi demek değildir.
Başta kanunlar olmak
üzere bütün mevzuatın hukuka uygun düzenlemesiyle mümkün olur. Bunu biraz
açacak olursak öncelikle yönetme güç ve kudretinin hukuka uygun tarifi, yönetme
gücünün el değiştirme şeklinin ve hududunun hukuka uygunluğunun sağlanması,
Yönetime talip olmanın ilke ve şartlarının hukuka uygun tespiti ve bunları
ihlal teşebbüslerinde suça uygun cezaların takdir edilmesi ve yoruma açık
olmayacak şekilde ifade edilmesi, Kurum ve kuruluşların görev, yetki ve
sorumluluklarının açık, net, anlaşılır ve göreve uygun belirlenmesi şeklinde
ifade edilebilir. Mesela silahlı Kuvvetler iç hizmet kanununun 35. Maddesindeki
“koruma ve kollama” ifadesinin kanun
metninden çıkarılması ve silahlı kuvvetlerinin yetki, görev ve
sorumluluklarının belirlenmesi yerinde bir karardır.
Tabii ki, düzenlemeler
hala yetersizdir. Mesela merkezi ve yerel yönetimlerinin borçlanma yetkileri
yönetilenler tarafından belirlenmesi gerekir.
Özetle darbe zeminini
oluşturan düzenlemelerin ortadan kaldırılması ve buna rağmen teşebbüs edenlerin
misliyle cezalandırılması için hükümlerin belirlenmesi darbelerin önlenmesi
için gereklidir.
Kanaatime göre darbe
teşebbüslerinin cezası idam olmalıdır. Tabii ki, burada kastedilen darbe
teşebbüsünde bulunan yönetim kademesidir. Yardım ve destek için uygun caydırıcı
cezalar takdir edilmelidir.
Özellikle kendinde
darbe teşebbüsü vehmeden kişiler ve oluşumlar kesinlikle bedel ödemeli, bildiri
biçiminde olsa bile tehdit zihniyeti ağır cezalarla bertaraf edilmelidir.
9- 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi hakkında
hala aydınlatılmamış birçok konu olduğu yönünde iddialar var. Örneğin darbe
girişimin arkasında ABD olduğu güçlü kanısı mevcut. Sizce 15 Temmuz hadisesinin
arkasında planlayıcılar kimlerdir? Ve gerçek amaçları neydi?
15 Temmuz askeri
darbe teşebbüsünün aydınlatılmamış herhangi bir yönünün olduğunu düşünmüyorum.
Bence biliniyor fakat her yönü ile açıklanmıyor.
Sadece 15 Temmuz
darbe girişiminin arkasında ABD var demek eksik bir yaklaşımdır. Darbeler ve
darbeler teşebbüsü ile ilgili değerlendirmeyi Cumhuriyet dönemi ile
sınırlandıracak olsak bile her darbede veya darbe teşebbüsünde ABD ve onunla
hareket eden devletler ile devletin kurum ve kuruluşlarının içindeki
piyonlarını, dışa bağlı ve bağımlı sektörleri görürüz.
Bu Siyonist haçlı
zihniyetinin bir tezahürüdür. Darbe teşebbüslerini incelediğimizde içinde
ekonomi, sanayi, ticaret, eğitim erbabının da olduğunu görürüz. Darbe
teşebbüslerinde dış odaklı ilaç ve silah sanayindeki patronların müdahaleleri de
göz ardı edilmemelidir.
Bunun yanında NATO’ya
katılımdan sonra hem askeri hem de sivil eğitim alanında yetiştirilen, bir yerde
devşirilenler de unutulmamalıdır.
15 Temmuz darbe
girişiminin planlayıcıları kesinlikle küresel hâkimiyeti kurmaya çalışan
merkezlerin elemanları ve ülkemizden devşirdikleridir. Özellikle planlama
faaliyetleri “one minute” ve “dünya beşten büyüktür” çıkışlarından
sonra hızlandırılmıştır.
Zaten 15 Temmuz darbe
girişimi ABD’in üslerinden ve ülkemizde otellerde ve diğer mahfillerde
kümelenmiş elemanlar tarafından yönetildiği aşikârdır. Teşebbüsleri akamete
uğramış olsa da amaçlarını gerçekleştirme isteklerinden vazgeçmiş veya
vazgeçecek değillerdir.
En son açıklamalara
bakınca bile bu hain ve alçak düşüncelerinden ve çabalarından vazgeçmediklerini
ve vazgeçmeyeceklerini anlarız.
Biden’nin Erdoğan’ı
devirmek için muhalefetle işbirliği yapacağız açıklaması ve Türkiye’ye
Demokrasi getirme adı altında ABD dernek kurulması, içteki bildiriler ve
üniversiteler üzerinden koparılmaya çalışılan fırtınalar bu amaçtan
vazgeçmediklerinin delilidir.
Özetle amaçları Türkiye’yi piyonları vasıtasıyla uydu bir
devlet haline dönüştürmek ve mümkünse ortadan kaldırmaktır. Asırlardır
vazgeçmedikleri ve vazgeçmeyecekleri bir amaçtır.
Dikkat edilirse bu
amaçlarını gerçekleştirdikleri yerlerde sadece sömürü, kan ve gözyaşı vardır.
Türkiye bunu engellemeye
çalışıyor ve özüne döndüğü nispette Siyonist haçlı zihniyetini engelleyebiliyor,
oyun kurucu oluyor. Yönetilen değil yöneten oluyor.