30 Temmuz 2021 Cuma

Orman Yangınları ve İDAM

 Orman Yangınları ve İDAM

Veysi ERKEN

Dün orman yangınları ile ilgili şu haberi paylaşmıştım. “Kaliforniya’da 2003’te orman yangınına sebep olan bir kişi idam cezasına çarptırıldı. https://www.dw.com/tr/orman-yakana-idam-cezas%C4%B1/a-16560332 “ ve ilave etmiştim meclis acilen toplanmalı, kasıtlı ve haince orman yakanların idamı gerçekleştirilmelidir. Çok ilgi gördü. Bilindiği üzere ormana, ağaca, tabii olana, Allah’ın mahlûkatı olarak ifade edilene sevdalı olan merhum Fatih Sultan Mehmet’in meşhur sözüdür. “Ormanlarımdan bir dal kesenin kafasını keserim”.

Evet, hainlerin suçlarına uygun hak ettikleri cezaya çarptırılmaları “elzem”dir, “şart”tır ve “zorunlu”dur. Bu şekilde tavır sergilenmedikçe suçlular daha çok azgınlaşıyor ve toplumu yok ediyor.

Kur’an-ı Kerimden mülhem olarak diyorum ki, suçların azaltılmasının bir tek yolu vardır. O da “Cezanın caydırıcılığıdır”

Ceza caydırıcı değilse suç işleme oranı artar. Buradan hareketle diyorum ki, idamı gerektiren bütün suçların cezası “idam olmalı” ki, suç işleme oranları azalsın.

Ben bu şekilde düşünüyorum. Uluslar arası sözleşmeler, düzenlemeler vs. beni hiç ilgilendirmiyor, bu düzenlemeler zihin dünyamda düşünme zemini oluşturmuyor ve kabul görmüyor.

Binlerce alanı yakacak, insanların yanmasına sebep olacak ve milyarlarla ifade edilen emek, zaman, mal ve imkân kaybına vesile olacak ve yakalandığında bilemediniz üç beş yıl yatacak. Böyle bir cezalandırma ancak suçu arttırır.

Bu düşüncem yeni değildir ve geneldir. Onlarca yazı yazdım. İdamı gerektiren bütün suçlar için idam cezası verilmelidir.

İşte o yazılarımdan birinden alıntı. Ufak tefek değişiklik yapıyorum o kadar.

 “Amasız, Fakatsız,Lakinsiz, Ancaksız,

 Kısaca istisna bırakmadan ifade ediyorum.

İDAM’IN olmasını istiyorum.

Günü birlik olarak asla düşünmüyorum.

Olandan bitenden etkilenerek yazı yazmamaya çalışıyorum.

 Bu konu ile alakalı onlarca yazım var.

Şuna inanıyorum.

 Yazdığım her cümlenin/kelimenin hesabını Rabbulalemin’e, Allah’a vereceğime inanıyorum.

 Evet, bu inançla İDAM olmalı diyorum.

 İDAM olmalı diyorum.

 Sebebi gayet açık ve nettir.

Suç ve ceza söz konusu olunca MAĞDUR/MAZLUM olanın hak ve hukuku esas olmalı. Zalimden MAĞDURUN hesabı sorulmalı ve hakkı korunmalıdır.

Irzına geçtiğini hunharca öldüren bir katilin, eşkıyalık yapanın, talanda bulunanın İDAMI nasıl gerekli ise her zalimden mağdurun hesabı sorulmalı ve gereken ceza verilmelidir.

Bilinmelidir ki, haktan ancak mağdur/mağdur varisi vazgeçer. Zalimi, mağdur edeni ancak mağdur/mağdur varisi olan affeder, hakkından vazgeçer.

Bu anlamda bir toplumu topyekûn mağdur edenleri toplumun haricinde kimse affedemez, cezasını hafifletemez.

Milletimiz hep kahramanlık destanı yazmıştır.

Evet, bu millet namluyu halka çevireni, tepesine bomba yazdıranı, kendini tanklarla ezen vahşi canileri durdurmuştur. Ormanları yakanları da durdurmuştur, durduracaktır.

Bu doğrudur. Buna mukabil darbeci zihniyette olanların oluşturdukları mağduriyet/ mazlumiyet, cinayet ve vahşet ortadadır. Daha önceki darbecilerin zalimliklerinin, vahşiliklerinin ve caniliklerinin hesabı sorulmadığı için yeni darbeciler türemiştir. Ormanları yakanlar azmıştır.

Artık darbecilerin türemesini, türetilmesini istemiyoruz.  Ormanları yakanları, vahşet işleyenleri aramızda görmek istemiyoruz.

Ne geçmişte ne de günümüzde darbecilerin gerçekleştirdikleri vahşeti, katliamı ve cinayetleri kimse hafif göremez.

Bu ihanetlerin, cinayetlerin, katliamın, bomba yağdırmaların, şehirleri tahrip, ekonomiyi felç etmenin cezası açıktır.

            İDAMDIR.

İDAM. Amasız, Fakatsız, Lakinsiz, Ancaksız

Her türlü ihanet yapının temizlenmesi için İDAM şarttır, elzemdir ve kısasa uygundur. Huzurumuz, refahımız, birliğimiz ve dirliğimiz için ACİL ve ADİL bir düzenleme yapılmalıdır ki, hukuk hâkim olsun. Adil bir duruş sergilenmelidir ki, adalet yerini bulsun.

Saniyesine hükmedemediğimiz korkusuz ve özgür bir hayat için İDAM olsun ki, fırıldak kimliksiz ve şahsiyetsiz kimseler bir daha efendilerinin emriyle millete namlusunu çevirme cüretinde bulunmasın, ormanlarımızı yakmasın.

Ve darbecilerin vahşeti, ihaneti ve cinayetleri ile ormanlarımızı yakanların ihaneti ve cürümü karşısında sessiz kalan sülük gibi toplumu emen kurum ve kuruluşlarla ilgili acil ve adil düzenlemeler yapılmalıdır ki, Fatih Sultan Mehmet’in “Ormanlarımdan bir dal kesenin kafasını keserim” meşhur sözünün gereği yapılmış olsun.

 Hemen şimdi.

Yarın değil şimdi.

Selam ve Sabırla…

29 Temmuz 2021 Perşembe

“Para Alan Emir Alır”

 “Para Alan Emir Alır”

Veysi ERKEN

Atalarımız boşuna söylememişlerdir. “Para alan emir alır” Son günlerde tekraren Siyonist haçlı zihniyetinin kuruluşlarından para alan kişi ve kuruluşlardan bahsedilir oldu. Maalesef para veya başka yardımlar, ücretler ve ulufeler alan alçaklar hep olmuştur. Görünen manzara caydırıcı tedbir alınmadıkça para karşılığında veya bir başka nedenle kölelik yapacaklar, ajanlık faaliyetinde bulunacaklar çıkacaktır. 

 Kanaatime göre bu tür ajanların cezası idam olmalı ki, caydırıcılık söz konusu olsun.

Bir de şu unutulmamalıdır. Ajanlık sadece medya ve bilinen birkaç dernekle sınırlı değildir. Türkiye’ye muhalefet edenlerin tamamı bu faaliyetin içindedir diye düşünüyorum. 

 Görüntüsü ne olursa olsun fark etmez. 

 İster parti, ister sendika, vakıf, dernek veya başka ad ile teşkilatlandırılsın fark etmez. Hepsi aynıdır.

Ve.

“Para alan emir alır” konumundadır.

 Yıllar önce “Sivil Organizasyonlarımız Ne kadar Sivil” diye bir yazı yazmıştım. Değişen bir şey yok. Yirmi yıl geçse de gerçekler değişmiyor. Okuyalım. “Son günlerde özellikle kartel medyasında “numaralı ajanlar”ın varlığından sıkça bahsedilir oldu. Belki sayıları yüzlerle hatta binlerle ifade edilebilecek boyuttadır.  Esasında numaralı ve dahi ücretli ajanlar sadece medyada değil sivil zannedilen teşkilatların, partilerin, sendikaların çoğunluğunda da söz konusudur.

Daha önce yazılarımın birinde rüyamda gördüğüm ahtapotun hareket tarzını aktarmıştım. Rüyada gördüğüm ahtapotun benzerleri yeryüzünde olup icra-ı faaliyetlerini sürdürmektedirler. Ahtapot kollarını sivil zannedilen medyadan derneklere, vakıflardan partilere kadar her yere salmış durumdadır.

Sivil organizasyonların şişirilmişlerine ve konuşma hakkı bahşedilmişlerine bakıldığında “numaralı ajanlar”ın varlığı hemen fark edilir. 

Adı sivil olan organizasyonların faaliyetleri ve duruş tarzları bu görüşümüzü muhkemleştirmektedir.

Ülkenin ağaçlandırılması faaliyetine tahsis edilmiş sözde sivil organizasyondan tutun, yolsuzlukla mücadele(!) azmiyle yola çıktığı varsayılan sivillere, denizin temizliği ile ilgilenecek teşkilatlardan bekçiliğe heveslenenlere kadar hepsinde durum aynıdır.

Sanki ülkenin bütün faaliyet alanları parsellenmiş ve parsellenmiş alanlar belirli sivil(!) organizasyonlara ve partilere tahsis edilmiştir. 

Toplumdaki bu intiba gittikçe kuvvet bulmaktadır.

Bu düşüncemin kuvvet bulmasının birkaç delili vardır. Bu delillerden birisi içinde numaralıların bulunmadığı ve gerçekten sivil olan organizasyonların faaliyetleri kısıtlanması ve hizmetlerinin yok edilmek istenmesidir.

Faaliyet alanları aynı olan sivil organizasyonların bir kısmının faaliyetlerinin kısıtlanması diğerlerinin müsamaha ile karşılanması ancak numaralılarla izah edilebilir.

Dün ellerindeki “gök bayrak”larla, Filistin, Çeçenistan, Bosna vs. zalimleri telin edenleri,  şehit cenazelerini tekbirlerle, dualarla teşyi eden kalabalıkları içinde bulundukları organizasyonlardan bugün eser bulunmaması numaralıların varlığını gösterir. Numaralılar sivil zannedilen organizasyonları efendilerinin emirleri doğrultusunda hareket ettirmekle görevlidirler.

Görev tahsisli sivil(!) organizasyonların varlığı vazifelerine ihtiyaç söz konusu olduğu müddetçe devam eder. Aksi durumda “yedek kulubesi”ne veya tarih mezarlığına postalanır.

Dün yazdıklarını bugün yalayan ve yalanlayan numaralı ajanların varlığı sivil hayatın bütün alanlarını tehdit etmektedir. Bilhassa hürriyetlerin pespayeye dönüşmesi ve toplumun halet-i ruhiyesinin bozulması bunun en kötü neticeleridir.

Numaralı ajanlar genel olarak ahtapotun “sivil muvazzaf” kollarını oluştururlar. Kabuklarından başka “sivil” yanları olmayan bu sivillerin bir tek vazifeleri vardır. O da Ahtapotun beynine hizmet etmek. Numaralı ajanlar 5.kol tesmiye edilen vazifelerini yerine getirmediği veya getiremediği durumda hemen oyun sahasının dışına çıkarılır. 

Özellikle kol vazifesinin kötülüğünü anlayıp gerçekten sivilleşmeye çalışırsa hemen yok edilmeye çalışılır.

Bu durum toplumların hayatında ila nihaîye devam eder mi?

Bu sorunun menfi ve müspet iki cevabı vardır.

Evet, numaralı ajanların faaliyeti ve yönlendirmeleri toplum onları kutsayıp desteklediği müddetçe devam eder. Şuursuzca satın alınan her müsvedde, sivil diye sivil olmayanlar desteklendikçe ve maddi imkânlar onlara aktarıldıkça bu durumun yok olması düşünülemez.

Bize göre bu durumun devam etmemesini sağlamanın yolu, şuurlanmaktan, faaliyetlerin “açık” hale getirilmesi ve bilinçli kullanım ile bilinçli tüketimden geçer. Bilinçli kullanım ve tüketim fikirlerden yazılı ve görüntülü medyaya kadar hayatın bütün ihtiyaçlarını kapsar. Bireylerin fikir dünyasının “fikir pazarı”nda serbestçe gelişmesinin sağlanması sivilleşmenin ve numaralılardan kurtulmanın başlangıcıdır.

Önüne konulanı hiçbir tahlile tabi tutmadan höpürdetip gümleten bir insan kalabalığı devam ettiği müddetçe sivilleşme konusunda sonuç alınamaz.

Kısaca toplum hayatının düzenli işleyebilmesi ve sivil organizasyonların gerçekten sivilleşmesi zihinlerin sivilleşmesinden geçer. Zihinlerin sivilleşmesi ise sivil teşkilatlardaki ajanların/kolların işlevsizleştirilmesi ve teşkilatların fonksiyonel hale getirilmesi ile mümkündür. 29.04.2000.”

Selam ve Sabırla...

            2021’de Son söz. Açıklık en doğru yoldur. Ajanlık yapan kim olursa olsun hak ettiği cezayı almalıdır. Çünkü ihanetin affı olmaz, bedeli olur. Bedel de idamdır.

DARBELER 15 Temmuz Münasebetiyle Milli Düşünce Gazetesi Röportaj 3

 DARBELER  
 Milli Düşünce Gazetesi Röportaj 3

Veysi ERKEN

Milli Düşünce Gazetesi olarak 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin sene-i devriyesinde Türkiye'de darbe karanlığının bir daha yaşanmaması ve halkımızın bu konuda teyakkuz halinde olması ümidiyle; “1876 yılında Sultan Abdülaziz'in tahtan indirilmesi, 1909 yılında 31 Mart Vakası, 1912 Halaskâr Zabitan Bildirisi ve Sopalı Seçimler, 1913 Bab-ı Ali baskını ve 27 Mayıs 1960 Darbesi.  1962 ve 1963 Talat Aydemir darbe girişimleri, 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980 Darbesi, 28 Şubat 1997 Post modern darbe, 27 Nisan E-muhtırası, 15 Temmuz 2016 kalkışma ve işgal girişimi”. Bütün bu tarihlere baktığımızda yaşadığımız ülke adeta bir darbeler, muhtıralar, ihtilallar coğrafyası...  Her 10 yılda bir tekrar eden "darbe geleneği" toplumu dizayn etme ve ülke yönetimini elinde bulundurma isteği taşıyan karanlık odaklar ve onların gönüllü hizmetkârı olan işbirlikçi piyonlar tarafından gerçekleştirildiği artık aşikâr.  Bu minvalde toplumumuzun bilinçlenmesi ve bir daha asla tekrarlanmaması için "Darbeler Tarihi" üzerine en çok merak edilen konular üzerinden sorular hazırladık.  

1- 1876 Sultan Abdülaziz'in hal'i ve 1909 yılında 31 Mart Vakası ile birlikte gerçekleşen Sultan Abdülhamit'in tahttan indirilmesi gibi elim hadiselerin milletimizin bağrında açtığı derin yaralar sizce nelerdir?   

Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim diyerek suallerinize cevap vermeye çalışayım.

Tabii ki “darbe”leri önleyebilmek için “darbe”nin ne olduğunu bilmek ve hangi “zemin”de neşvu nema bulduğunu veya bulabileceğini bilmek gerekir evvelce. Birbirine yakın iki kavram söz konusudur. Darbe ve inkılab.

Bu iki kavram anlam bakımından birbirine yakın olmakla birlikte aralarında farklılık vardır. “İnkılab” kavramı bir şeyi değiştirmek, dönüşüm, köklü değişiklik anlamında kullanıldığı halde “darbe” "Bir ülkede mevcut iktidarı devirmek ve iktidarı ele geçirmek için yapılan silahlı hareket". Silahlı darbe, bir ülkede silahlı kuvvetler mensuplarının veya eline silahı geçirmiş veya tutuşturulmuşların silah zoru ile ülke yönetimine el koyması olarak ifade edilir.

Dikkat edilirse “darbe” zorbalığa dayanır. İleri sürülen sebepler ve gerekçeler farklılaşabilir ama neticede yönetimin/ yönetimdekilerin silah zoruyla uzaklaştırılmasını ifade eder.

Ülkelerde yönetimlerin ve iktidarların zora dayalı olarak el değiştirmesi tarihen varittir. İslam beldelerinde yönetime, zora dayanan iktidara el koyma Hz. Ali ve Muaviye arasındaki yönetme iddiası dönemine kadar uzanır desem abartmış olmam.

O tarihten itibaren yönetimin zorla ve zorbalıkla el değiştirmesi fazlaca görülmüştür. Genel bir ifade kullanacak olursak “meşverete” ve “seçime/tercihe” dayalı yönetim değişikliğinin olmadığı “halkın reyi ve iradesi”nin olmadığı zeminlerde “darbe” ile değişiklikler daha kolay ve sık olmuştur. “Yönetme ve hükmetme gücünü” ele geçirme arzusu darbe süreçlerini hızlandırmıştır.

Sorunuzda belirttiğiniz Sultan Abdülaziz döneminden itibaren “darbe”lerin oluşuna ve sebeplerine bakacak olursak pek çok şey söylenebilir ve sebep aranabilir.

Tarihen bilebildiğimiz kadarıyla Osmanlı, güçlü döneminde muhtelif sebeplerle bazı topluluklara ve ülkelere imtiyazlar tanımış bir devlettir ve saltanat yönetimi hâkimdir. “Karar alma” sürecinde halk söz sahibi değildir. Karar alma süreçleri sultan ve paşalar marifetiyle gerçekleşmektedir.

Hanedan ve onun yönetime tayin ettiği kişiler (hem asker hem de sivil yönetim birdir) karar almış ve uygulamışlardır. Sualinizin çerçevesini aşmamak için yönetimin işleyişi üzerinde durmuyorum.

Belirli dönemlerde verilen imtiyazlar, ülkenin her türlü imkânında ve gücünde zafiyet baş göstermesi devletinin aleyhine dönmüş ve ülkeyi dış müdahalelere açık hale getirmiştir.

Abdülaziz dönemindeki darbeye zemin hazırlayan faktörler arasında başka ülkelerin dayatmasıyla çıkarılan “Islahat fermanı” ile azınlıklara ve azınlıkları sahiplenen dış güçlere verilen imtiyazlar, Abdülmecit döneminde başlanan borçlanmalar ve onlarla işbirliği yapan sarayın içindeki görevliler yer alır. Malum para alan emir alır düsturu her zaman geçerlidir.

Islahat fermanının yanında borçlar, yeni borçlanmalar ve yeni yapılan ticaret anlaşmaları ülkeyi çıkmaza sürükledi, dış politikada zafiyet arttı ve ülkeyi müdahalelere açık hale getirdi.  Dış politikayı yürütenlerin bir kısmı karanlık mahfillerle işbirliğine gitti. Şu devletin bu devletin adamı ayyuka çıktı.

Düşünün ki, Yakup Bey Kaşgar hanlığını Osmanlıya kattığı ve o bölge devletin parçası durumuna geldiği halde içteki zafiyet yüzünden oralara gereken ilgi ve yardım yapılamamış ve o bölge tekrar Çin ve Rus işgaline açık hale gelmiştir.

İçte borçlardan ve Islahat fermanından oluşan sıkıntılar çekilmez hale gelmiş ve yönetimdekilerin bir kısmı yabancılarla işbirliği içerisinde Abdülaziz’i silah zoruyla devirme bahanesini ortaya çıkarmıştır.

Okuyabildiğim kadarıyla bundan sonra olan bütün darbelerde yabancı güçlerin etkisi söz konusu olmuştur. Haklı ve ahlaklı demiyorum. Kendini güçlü olarak gören yapılar ve zihniyetler daima iç piyonlar (bilhassa elinde silahı olan ve bankerlerden) elde ederek yönetime darbe yapmaya tevessül etmişlerdir.

Bundan sonra en önemli darbe İttihat ve terakki marifetiyle gerçekleştirildi. İttihat ve terakki incelendiğinde en başından itibaren içinde yabancı ve Masonik unsurları görüyoruz. Osmanlının her döneminde olduğu gibi bu dönemde de asker sivil ayırımı yoktur ve asker kişiler yönetimin içindedir ve ittihat ve terakkinin içindedir. Fethi Okyar’ın ifadesiyle hiçbir felsefesi, programı olmayan bu hareket ittihat ve terakkinin kurucuları vasıtasıyla oluşturulan ve ileri sürülen sebeplerle müdahalede bulunmuş ve başarıya ulaşarak devleti dağıtmıştır.

Müdahale neticesinde Meşrutiyet rejimi ihya edilmiş olmakla birlikte işler iyiye gideceğine daha da kötüye gitmiş devletten kopmalar artmıştır. Neredeyse her şeye hâkim ve müdahil olduğu halde yönetimde yer almayan İttihatçılara karşı derin sukutu hayal oluşmuş ve bunun neticesinde kargaşa artmıştır. İttihatçılar bu kötü gidişattan dolayı daha da hırslanarak muhalif addettiklerini sindirmek ve onlardan intikam alma duygusuyla hareket ettiler.

Bu nedenlerden dolayı kendi içlerinden bir grup 31 Mart hadisesi olarak bilinen eyleme kalkıştı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenleri saklanıyor veya İstanbul’dan uzaklaşıyor. Ancak eyaletlerde ve özellikle Makedonya’da duruma hâkim vaziyette olan ittihatçılar. Meşrutiyetin korunması için hemen asker toplayıp İstanbul’a yürünmesini kararlaştırıyor. İkinci ve Üçüncü Ordu’nun askerlerinden oluşan ve adına “Hareket Ordusu” denilen öncü birlikler 19 Nisan’da trenle Yeşilköy’e geliyor. Hareket Ordusu kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa ertesi gün Hadımköy’e, 22 Nisan’da da kumandayı devralacak olan Mahmud Şevket Paşa Yeşilköy’e ulaşıyor. Bunun üzerine Meclis-i Meb‘ûsan 22 Nisan’da Yeşilköy’e gelerek toplantı yapıyor. Neticede Sultan Abdülhamit görevden uzaklaştırılıyor.

Sultan görevinden uzaklaştırıldığı halde olaylar ve hâkimiyet mücadelesi durmuyor. Ülkenin siyaseten kamplaşma ve kargaşa içerisinde bulunduğu, İttihatçı ve İtilafçı olarak ikiye bölündüğü şartlarda 1912’de genel seçimler yapılıyor. Seçimden İttihat ve Terakki büyük bir başarıyla çıkıyor.  Ancak bu başarı ne yazık ki halkın teveccühünden kaynaklanan bir başarı değil, tarihe sopalı seçim olarak geçen bu seçimde İttihat ve Terakki’ye mensup subayların, memurların baskıları ve yer yer sopaları ile böyle bir başarı elde ediliyor.  

1912 seçimi sonucunda İttihat ve Terakki dikensiz bir gül bahçesi şeklinde muhalefetsiz bir meclise kavuşuyor. Fakat meclisten kovulan muhalefet bu kez ordu içerisinden çıkıyor.

Muhalefetin sindirilmesi, ülkenin geleceği ile ilgili kararların cemiyette alınması, orduda yalnızca İttihatçı subayların önemli görevlere getirilmesi ve ayrıcalıklı konuma yükseltilmesi ordunun geri kalan kısmında büyük bir rahatsızlığa sebep oluyor. Bu rahatsızlık 1912 yılının mayıs- haziran aylarında Halâskâr-ı Zabitan ( Kurtarıcı Subaylar )  adında Ordu içerisinde bir gizli örgütün kurulmasını beraberinde getiriyor.

18 Temmuz günü "Halaskaran-ı Zabitan" grubu şu içerikte bir bildiriyi yayınlayarak siyasete müdahil oluyor. "Ordu siyasetin dışında kalmalı, Meşrutiyet yalnız sözle değil, samimi şekilde korunmalı, hükümet iktisadi kalkınmaya önem vermelidir. Fakat bunun için namuslu ve tarafsız kişilerden oluşacak yeni bir kabine kurulmalıdır. Ayrıca siyasi partilerde, mülki memuriyetlerde görev alan bütün subaylar orduya dönmeli ve yalnız askerlik mesleğini yapmalıdır."

Halaskaran-ı zabitanın bildirilerine rağmen ittihatçılar boş durmuyor, güçlerini korumaya ve silahlarıyla beraber yönetime müdahalede bulunmaya devam ediyor ve Enver bey’in Babıâli baskınıyla darbe geleneği sürdürülüyor.

Özetleyecek olursak darbe geleneği yönetime zorla el koyma faaliyetidir. Her dönem iç ve dış faktörler bir araya getirilerek darbeler gerçekleştirilmeye çalışılmış ve çalışılmaya zemin bulunmuştur. Yönetim de yer alanların hem asker hem vekil hem de mülki amir gibi görevleri birlikte devam ede gelmiş, Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar bu anlayış devam ettirilmiş, “ya askerlik ya vekillik” tercihiyle sonlandırılmaya çalışılmıştır.

Özellikle “meşveret ve serbest seçim” geleneğinin olmadığı, “halkın reyi ve iradesi”nin olmadığı yönetim anlayışlarında darbeler her zaman söz konusu olabilir. Dış faktörler, borçlanmalar, silahlı güçlerin yetiştirilme tarzları ve İçerden piyonlar şu veya bu şekilde devşirilebilir ise darbelere teşebbüs edilmesi mümkün olabilir.

Ve sonuç olarak, bütün darbeler süreç içinde milletin yaşayışında, değerlerinde ve ahlakında her zaman tahribatı olmuş, derin yaralar açmış ve ülkede güvensizlik ortamını arttırmış, ülkeyi dış mihraklara daha bağımlı hale getirmiştir diyebilirim.

 2- Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesi 2013 yılında "Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır" (13/7/2013-6496/18 md.)  biçiminde yeniden düzenlendi. 1934 tarihli Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesinde; TSK’nın vazifesini “cumhuriyeti koruma ve kollama” olarak tanımlanmıştı.

Bu madde ülkemizde darbelerin yaşanmasında etkili olmuş mudur? 

Etkili olmaz mı? Hem eski hem de yeni hali etkili olmuştur. Eski hal darbeleri teşvik etmiş, yani hali teşebbüsleri azaltmış, darbe heveslilerin gücünü kırmıştır.

“Cumhuriyeti koruma ve kollama” ifadesi ve gerekçesi bütün darbelerde ve darbe teşebbüslerinde kullanılmıştır. 27 Mayıs 1960, Albay Talat Aydemir’in 22 Şubat 1962 ve 20 Mayıs 1963 teşebbüsleri, 12 Mart 1971,12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007 darbeleri veya darbe teşebbüslerinin tamamında 35. Madde esas alınmış ve kullanılmıştır.

Bir gruba hukuka uygun olmayan yetkiyi bir zümreye, özellikle silahlı bir gruba böyle bir yetkiyi ve görevi kanunla verirseniz bu yetki ve görev her zaman kötü niyetle kullanılabilir. Nitekim maddede belirtilen yetki ve gerekçe 27 Mayıs 1960 darbesi ve sonrakilere mesnet olarak daima gösterilmiş ve kullanılmıştır.

Hatta bir dönem maalesef bu yetkilendirme daha kötü hale getirilmiştir. 35. Madde yetmezmiş gibi yetki devri, 1997 yılında yönetmelikle yapılmış ve kısa sürede yetki kötüye kullanılmıştır.

09.01. 1997 yılında Resmi Gazetede yayınlanmış “Kriz Yönetimi Yönetmeliği” incelendiğinde durum açık bir şekilde görülür. Zaten bu yönetmeliğin yayınlanmasından kısa bir süre sonra ülkemizde kriz çıkarılmış ve 28 Şubat 1997’de post modern darbe olarak ifade edilen “darbe” gerçekleştirilmiştir. 2013 yılından sonra darbe arzuları zayıflamıştır. Yani silahlı güçlerdeki yönetime el koyma hevesi azalmış olduğunu görüyoruz.

15 Temmuz darbe girişimine baktığımızda tamamen dış odakların kontrolünde ve onların piyonları vasıtasıyla olduğunu görüyoruz.

3-    27 Mayıs 1960 Darbesi hangi konjonktürde ortaya çıktı? Oluşum zihniyeti neydi? Darbeyi yapanlar kimlerdi?  

27 Mayıs darbesinin ortaya çıkışı 14 Mayıs 1950 yılının seçimleri akabine dayandığını düşünüyorum. İlk olarak -tam olmasa bile- serbest seçim yapılmış ve halkın rey ve iradesi yönetime yansımıştır. İktidar el değiştirme durumuna gelince, imkân ve güçlerini kaybetmek istemeyenler seçimin akabinde İnönü’ye iktidarı bırakma, seçimlere hile karıştırıldı telkininde bulunan askerlerin ve sivil görünümlüler, darbe heveslileri olmuştur.

Darbeler geleneğinden gelenlerin bir kısmı yönetme güçlerini kaybetmeyi, iktidarın el değiştirmesini istemedi. Kendisini ebedi olarak iktidarın varisi gören ve darbeci zihniyet geleneğini sürdürmeye çalışanlar seçimle iktidarın el değiştirmesini hazmedemedi o dönemde.

Günümüzde bile o melun zihniyetin varisleri yönetimin serbest seçim, rekabet ve tercihlerle değişimini hazmetmiş değildir.

27 Mayıs 1960 darbesini incelediğimizde seçim sonrasında ülkede önemli değişimler başlamış, iktisadi kalkınma hızlanmış, imar faaliyetleri başlamış, NATO denilen teşkilata girilmiş, ekonomik gelişim için borçlanmalar olmuş, sosyal ve kültürel hayatta düzelmeler (Ezanın Arapça okunması, insanların ibadetlerini daha rahat bir şekilde ifa edebilmesi vs.) olmuştur.

Özetle, eski yönetme gücüne dönmek isteyenlerin, 35. Maddeye istinat ettirdikleri refleksleri devreye sokması ve geçmişleri itibarıyla da dış güçlerle irtibatlı olmalarıyla 27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştirmişlerdir.

4- Darbeler heyulası Türkiye'nin makûs talihi midir? Bu fasit daireden ülke olarak kurtulabilir miyiz? 

Darbeler heyulası bir ülkenin makûs talihi değildir ve olamaz. Yönetimin işleyişi ve el değiştirmesi ile ilgili  düzenlemeleriniz sağlıklı ve bunların ihlali ile ilgili tedbirleriniz doğru ise darbeler makûs talih olmaktan kolaylıkla çıkarılır. 

Özellikle merkezi ve mahalli yönetimlerin işleyişinde halkın inancıyla barışık bir hukuk nizamıyla halkın karar alma süreçlerinde etkisi arttıkça ve darbe yoluyla müdahil olmak isteyenlere karşı uygun kural ve ilkeler geliştirildikçe ve yeterli tedbir alınmış ise darbeye teşebbüsler ortadan kaldırılır.

Böylece toplum darbesiz bir yaşayışa ve bir “kurtarıcı”  beklememe düzenine alışmış olur.

Mesela 28 Şubat post modern darbesine karşı “Türkiye’yi Suriye yaptırmayacağız” direnci o günün iktidarı tarafından sergilenebilmiş olsaydı darbe başarısızlığa mahkûm olurdu. 27 Nisan darbe girişimine karşı “milletin iradesinin tecelligahı olan TBMM’nin iradesi dışında bir irade tanımıyoruz” anlayışı iktidar kesiminde yer bulunca teşebbüs akamete uğramıştır.

Daha sonra yapılan düzenlemelerle darbe gerekçeleri -tam olmamakla birlikte- ortadan kaldırılmış toplumda direnç bilinci yükselmiştir.

Kısaca toplum darbeye ve darbe heveslilerine karşı bir yaşayış, alışkanlık ve duruş kazanırsa darbeciler hayat hakkı bulamaz.

Dolayısıyla ülke böyle bir fasit daireden kurtarılmış olur.  Nitekim direnç ruhunun semeresini Allah’ın nusretiyle 15 Temmuz 2016’da yaşamış olduk

5- Darbelerin sebebi nedir, iç ve dış odakların rolü nedir?  

Genel bir sebep olarak şunu söyleyebilirim. Darbelerin ana sebepleri yönetme gücünü elde tutma veya ele geçirme arzusu, ekonomik imkânları kullanma, tekelleştirme, alan üzerinde hâkimiyeti sağlama biçiminde sıralanabilir.

Tabii ki, bunu açmak ve iç dış odakların rolünü irdelemek gerekir. Darbelerdeki dış odakların rolüne bakacak olursak genelde hâkimiyet kurmak istedikleri ülkelerde ve topraklarda yönetime kendilerine bağımlı olacak ve hizmet edecek unsurları iktidara getirme şeklinde ortaya çıkar.

Genelde yetiştirdikleri elemanlar ve borçlandırdıkları unsurlarla darbelere müdahil olmaya çalışırlar. Tarihin derinliklerine gitmeye gerek yoktur. Sadece Sultan Abdülaziz döneminden itibaren darbe geleneğini incelediğimizde bu gerçeklerle karşılaşırız.

Özellikle ülke dışına çıkmış ve onların tezgâhından/tedrisatından geçmiş olanları incelediğimizde bu gerçeklerle karşılaşırız.

Aynı şekilde borçlanmalar da dış odakların müdahilliğini arttırmıştır. “Para alan emir alır” bunun tipik bir gerçeğidir. 28 Şubat 1997 darbesi öncesinde de en önemli sebeplerden biri ekonomi ile ilgili “havuz Sistemi”nin oluşturulması, böylece gelir gider dengesinin sağlanması ve borçlanma istenmemesinin varit olduğunu bilmeyen yoktur herhalde.

İç odaklara gelince bunlar genel anlamda sermaye grupları, yönetme gücünü kaybetmeyi hazmedemeyenler ve ebedi yönetmeyi kendine hak gören zihniyet ve mevzuat itibarıyla kendini muktedir gören yapılardır.

Bu yapılar özellikle dış odaklarla işbirliği yaparak veya emirlerine girerek darbecilik rolünü oynarlar.

6- Neden darbeler Batılı, gelişmiş ülkelerde değil, az gelişmiş ve sömürgeleşmiş devletlerle birlikte hassaten İslam Coğrafyası içerisinde yaşanmaktadır? 

Batılı ülkelerin çoğunda krallık anlayışı hâkimdir. Ancak Krallık yanında hem merkezî hem de mahalli idarelerde yönetme gücünün nasıl kullanılacağı, nasıl yönetimin el değiştireceği anlaşılır ve açık bir şekilde belirlenmiş, kurum ve kuruluşların yetki ve sorumluluk alanları belirlenmiştir.

Özellikle batı ülkelerinde iç ve dış tehditlere karşı tanzim edilmiş silahlı güçlerin görev, yetki ve sorumlulukları anlaşılır bir şekilde belirlenmiştir. Bu sebeplerle batılı ülkelerde “darbe”ler yok denilebilir. Anlaşılır bir ifadeyle batıda, yönetme gücü ve yönetimin nasıl el değiştireceği, halkın irade ve tercihinin yönetime nasıl yansıtılacağının şekli açık bir şekilde belirlenmiştir.

Darbeler veya darbe teşebbüsleri daha çok despotik yönetim alanlarında ve yetkilerin devredilmek istenmediği coğrafyalarda gerçekleşir. Bu tür yerlerde iç ve dış müdahaleler kolaylıkla yapılabilmektedir.

Bahsettiğiniz coğrafyalarda genel anlamda gücü elinde bulunduranlar güç, yetki ve hâkimiyetlerini kaybetmek istemezler.

Yönetimi seçme ve değiştirme yetkisi halka verilmiş değildir. Tipik misal olsun diye, Irak, İran, Suriye incelenebilir. Güya bu ülkelerde seçimler yapılıyor. Seçme ve tercih hakkı olmayınca kitleler aldatılıyor ve darbeye zemin hazırlanmış ve süreçleri kolaylaştırılmış oluyor.

Bu tür yönetimlerin hâkim olduğu yerlerde dış odakların müdahalesi kolaylaşıyor. İlgili ülkelerin insanlarından devşirdikleriyle darbeler daha kolay yapılır hale geliyor. BAE ve Suudi yönetimlerindeki darbeler bunun misalidir.

Özetle diyebiliriz ki, yönetimlerin serbest ve tercihe dayalı bir şekilde el değiştirebildiği, kurum ve kuruluşların görev, yetki ve sorumluluklarının açık bir şekilde belirlendiği ülkelerde, darbeler zemin bulamaz, revaç bulamaz ve darbeler olamaz.

7- Haklı darbe var mıdır? Meşruiyet darbeyi haklı kılar mı? Darbeler haklı ve adil bir düzen getirebilir mi? 

Haklı darbe var mıdır?

Cevaplandırılması zor bir soru. Türkiye gibi yönetimlerin seçimle serbestçe el değiştirdiği, yönetime halkın katıldığı ülkelerde hiçbir darbenin meşruluğu ve gerekçesi olamaz. Kabul edilemez, haklı bulunamaz. Yönetime talip olanlar plan ve programlarıyla serbest seçim ve tercihlerle yönetime gelir ve gider.

Bir ülkede yaşayanların haklarının tamamen gasp edildiği, yok sayıldığı yerlerde haklı darbeler söz konusu olabilir. Mesela Çin ve Kuzey Kore denilen ülkelerde insanın neredeyse insan kabul edilmediği yönetim anlayışlarına karşı yapılacak darbeler haklı darbe olarak nitelendirilebilir.

Doğu Türkistan coğrafyasında, Uygur Türklerinin her bakımdan yok edilmeye çalışıldığı bir durum söz konusu olduğundan oradaki darbe girişimleri haklı olarak görülebilir. 

“Haklar”ın, özellikle “insani hak ve değerlerin” hâkim olmadığı yerlerde ve düzenlerde darbe meşruiyet kazanır veya kazanabilir. Darbecilerin zihniyeti hak ve hukuka uygun ise adil bir düzen getirebilir, inkılâbı sağlayabilir, despotizmi ortadan kaldırabilir. 

8- Darbeler nasıl önlenir, başarısız darbeler nasıl bastırılmalıdır. Darbe sonrası takibatta ölçü, şiddet ne olmalıdır? 

Darbeler, “açıklık en doğru yoldur” ilkesinin benimsenmesi ve hukukun hâkim kılınması, kurum, kuruluşların görev, yetki ve sorumluluklarının açık ve anlaşılır biçimde ifade edilmesiyle önlenebilir. Hukukun hâkim olması kanuni düzenlemelerin gerçekleştirilmesi demek değildir.

Başta kanunlar olmak üzere bütün mevzuatın hukuka uygun düzenlemesiyle mümkün olur. Bunu biraz açacak olursak öncelikle yönetme güç ve kudretinin hukuka uygun tarifi, yönetme gücünün el değiştirme şeklinin ve hududunun hukuka uygunluğunun sağlanması, Yönetime talip olmanın ilke ve şartlarının hukuka uygun tespiti ve bunları ihlal teşebbüslerinde suça uygun cezaların takdir edilmesi ve yoruma açık olmayacak şekilde ifade edilmesi, Kurum ve kuruluşların görev, yetki ve sorumluluklarının açık, net, anlaşılır ve göreve uygun belirlenmesi şeklinde ifade edilebilir. Mesela silahlı Kuvvetler iç hizmet kanununun 35. Maddesindeki “koruma ve kollama” ifadesinin kanun metninden çıkarılması ve silahlı kuvvetlerinin yetki, görev ve sorumluluklarının belirlenmesi yerinde bir karardır.

Tabii ki, düzenlemeler hala yetersizdir. Mesela merkezi ve yerel yönetimlerinin borçlanma yetkileri yönetilenler tarafından belirlenmesi gerekir.

Özetle darbe zeminini oluşturan düzenlemelerin ortadan kaldırılması ve buna rağmen teşebbüs edenlerin misliyle cezalandırılması için hükümlerin belirlenmesi darbelerin önlenmesi için gereklidir.

Kanaatime göre darbe teşebbüslerinin cezası idam olmalıdır. Tabii ki, burada kastedilen darbe teşebbüsünde bulunan yönetim kademesidir. Yardım ve destek için uygun caydırıcı cezalar takdir edilmelidir.

Özellikle kendinde darbe teşebbüsü vehmeden kişiler ve oluşumlar kesinlikle bedel ödemeli, bildiri biçiminde olsa bile tehdit zihniyeti ağır cezalarla bertaraf edilmelidir.

9-    15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi hakkında hala aydınlatılmamış birçok konu olduğu yönünde iddialar var. Örneğin darbe girişimin arkasında ABD olduğu güçlü kanısı mevcut. Sizce 15 Temmuz hadisesinin arkasında planlayıcılar kimlerdir? Ve gerçek amaçları neydi?  

15 Temmuz askeri darbe teşebbüsünün aydınlatılmamış herhangi bir yönünün olduğunu düşünmüyorum. Bence biliniyor fakat her yönü ile açıklanmıyor.

Sadece 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında ABD var demek eksik bir yaklaşımdır. Darbeler ve darbeler teşebbüsü ile ilgili değerlendirmeyi Cumhuriyet dönemi ile sınırlandıracak olsak bile her darbede veya darbe teşebbüsünde ABD ve onunla hareket eden devletler ile devletin kurum ve kuruluşlarının içindeki piyonlarını, dışa bağlı ve bağımlı sektörleri görürüz.

Bu Siyonist haçlı zihniyetinin bir tezahürüdür. Darbe teşebbüslerini incelediğimizde içinde ekonomi, sanayi, ticaret, eğitim erbabının da olduğunu görürüz. Darbe teşebbüslerinde dış odaklı ilaç ve silah sanayindeki patronların müdahaleleri de göz ardı edilmemelidir.

Bunun yanında NATO’ya katılımdan sonra hem askeri hem de sivil eğitim alanında yetiştirilen, bir yerde devşirilenler de unutulmamalıdır.

15 Temmuz darbe girişiminin planlayıcıları kesinlikle küresel hâkimiyeti kurmaya çalışan merkezlerin elemanları ve ülkemizden devşirdikleridir. Özellikle planlama faaliyetleri “one minute” ve “dünya beşten büyüktür” çıkışlarından sonra hızlandırılmıştır.

Zaten 15 Temmuz darbe girişimi ABD’in üslerinden ve ülkemizde otellerde ve diğer mahfillerde kümelenmiş elemanlar tarafından yönetildiği aşikârdır. Teşebbüsleri akamete uğramış olsa da amaçlarını gerçekleştirme isteklerinden vazgeçmiş veya vazgeçecek değillerdir.

En son açıklamalara bakınca bile bu hain ve alçak düşüncelerinden ve çabalarından vazgeçmediklerini ve vazgeçmeyeceklerini anlarız.

Biden’nin Erdoğan’ı devirmek için muhalefetle işbirliği yapacağız açıklaması ve Türkiye’ye Demokrasi getirme adı altında ABD dernek kurulması, içteki bildiriler ve üniversiteler üzerinden koparılmaya çalışılan fırtınalar bu amaçtan vazgeçmediklerinin delilidir.

Özetle amaçları Türkiye’yi piyonları vasıtasıyla uydu bir devlet haline dönüştürmek ve mümkünse ortadan kaldırmaktır. Asırlardır vazgeçmedikleri ve vazgeçmeyecekleri bir amaçtır.

Dikkat edilirse bu amaçlarını gerçekleştirdikleri yerlerde sadece sömürü, kan ve gözyaşı vardır.

Türkiye bunu engellemeye çalışıyor ve özüne döndüğü nispette Siyonist haçlı zihniyetini engelleyebiliyor, oyun kurucu oluyor. Yönetilen değil yöneten oluyor.