23 Haziran 2021 Çarşamba

Milli Düşünce Gazetesi Röportaj- 2

 Milli Düşünce Gazetesi  Röportaj- 2 15.06.2021

Veysi ERKEN

Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından sonra Halifeliğin ilgası, Şeyhülislamlık ile Şer’iye ve Evkaf Vekâlet’inin kaldırılması, Latin Harflerinin kabulü, Anayasa’dan ‘Devletin dini, Din-i İslâm’dır’ ibaresinin çıkarılması ve son olarak laikliğin bir ilke olarak 1937 yılında Anayasa’ya konması Laikliğin aşama aşama gerçekleştirilmesi olarak uygulandı. Bu anlamda Milli Düşünce Gazetesi olarak Yeni Anayasa ve Anayasa’da yer alan Laiklik İlkesi konularını masaya yatırarak bu anlamda toplumun gündemini meşgul eden temel konular üzerine kısa sorular hazırladık. 

1.Batı'da Laiklik, Kilisenin dayatmalarına karşı tepki olarak doğdu, dinlere ve dini inançlara karşı cephe alındı. Laiklik, 1921 ve 1924 Anayasasında olmamasına rağmen 1937 yılında kabul ediliyor.  Bir ihtiyaca ya da halktan gelen talebi karşılamak için mi böyle yapıldı yoksa Avrupa'dan yapılan baskı sonucu mu Laiklik kabul ediliyor. Sizce böyle bir yolun izlenmesindeki temel amaç nedir?  

Öncelikle açıklama kısmını esas alarak bir değerlendirme yapmak gerekirse şunu çok iyi bilmek gerekir. Düşünme ve gelişrme ile ilgili zeminimiz ve ilkeleri nedir?

Tefekkür, düşünme ve tedebbür zeminimiz sağlıklı değilse varacağımız sonuçlar ve yapacağımız tahliller ve geliştireceğimiz ilkeler de sağlıklı olmaz. Bizim ülkemizde düşünme zemini maalesef asırlar önce kaybettirilmeye çalışılmış ve başarılmıştır. 1850’ler civarında düşünme zeminimiz  kaydırılmaya başlanmış elli altmış yıl içinde büyük oranda başarılmıştır maalesef. şöyle ki milletimizin İslamı din olarak kabul ettiğinden itibaren tarihin her devrinde ve her coğrafyada  düşünme zeminimizi fıkıh oluşturuyordu. Karahanlı’dan Osmanlıya kadar uzanan zaman diliminde bunu hep görüyoruz. Bugünkü ifadelerler sosyolojik, psikoloji, hukuki vs. konuları Kur’an ve sünneti esas alarak fıkh ve tefekkür ediyor,çözüm arıyorduk.

1850 lerden sonra düşünme zeminimiz olan fıkhın yanına bir de sosyal bilimler denilen ithal bir zemin konuldu.1923’lerden sonra fıkıh tamamen devre dışı bırakılarak düşünme zemini sosyal bilimler alanına kaydırıldı.  Fıkıh devre dışı    bırakılınca bütün meselelere çözümü yeni zeminde konuşur ve arar hale getirildik. 

Sorunuzda belirttiğiniz laiklik konusunu da bu şekilde  anlama ve konuşma durumundayız.

Şimdi hadiselere bu şekilde baktığımızda yeni dönemde toplum, ulema ve yetkililer fıkıh zemininden koparılmıştır. Bu dönemde toplum  yavaş yavaş  inandığı ve yaşadığı ilkelerden koparılarak yeni zemine hazırlandı.

Tabii ki asırlar süren bir hayatın ana ilkelerinden toplumu tamamen uzaklaştırmak ve yeni ilkeler doğrultusunda yaşamaya alıştırmak kolay değildi. Hatta zecri tedbirlere de başvuruldu. Bunun tipik bir misali DİB ve CHP Ankara il başkanı olan Rıfat Börekçi’ye yaşatılandır.

Özetle yeni bir toplum inşası için  temel kuralların değiştirilmesi için seküler kurallara dayalı bir yapının kurulması hedeflenmişti. La İslami bir toplum inşası için her şeyin azar azar olması gerekiyordu. Süreç böyle işletildi diye düşünüyorum.

Değişim ve dönüşüm sürecini incelediğimizde, ilk etapta yeni yönetimin halifeliğe bağlı olduğu ifade edilmiş ve cumhuriyeti  buna dayalı olarak ilan ediği ikrar ediliyordu.

Bunun başlıca sebebi hilafetin geniş bir yetki alanına sahip olması görülüyor ve Anadalu’nun dışında kalan toplumların ülkeye iyi niyetle bakmayacakları düşünülüyordu. Bunu o dönemin önde gelenlerin hatıratında görüyoruz.

Bu sebeple içteki düzenlemelerin yapılabilmesi için İslâm coğrafyasının temsilinin merkezi olan hilâfet ilga edildi. Yani kaldırılmadı ilga edildi, hatta TBMM’de mündemiçtir denildi. Dolayısıyla merkeziyetimiz bu şekilde zayıflatıldı ve tepkiler azaltıldı.

İslâm coğrafyası hilafetin meclisin uhdesinde olduğuna inandırıldı.  Bu dönemde sosyal dokumuzu şekillendiren temel ilkelere dokunulmadı.

Gönüllü veya zecri bir şekilde yeni bir zihin zemini inşa edildikten sonra mazimizi şekillendiren temel ilkelerimiz peyder pey ortadan kaldırıldı. Ve seküler bir yapı oluşturulmaya çalışıldı. Bir nevi hayattan vahiy koparıldı.

Tabii ki seküler bir yapıyı oluşturmak için sığınılacak bir yer arandı. Adına da laiklik denildi ve laiklik kelimesine sığınıldı.

Bilindiği üzere laiklik kavramının bir tanımı yok.Yazılı bir tanımı olmayan bu kelime ile hayat İslam'dan koparıldı.

Sorulduğunda laiklik din devlet işlerinin bir birinden ayrılması denilir.Esasında herkes biliyor ki, Dünyanın hiçbir ülkesinde ve yerde fert ve toplum açısından din devlet işleri birbirinden ayrılamaz. Zira birey ve topluluklar mutlak sürette inandıkları ilke ve değerlerle hayatlarını idame ettirir veya ettirmek isterler. Bu bilindiği halde ısrarla laiklik deniliyor.

Bilindiği üzere batı dillerinde laiklik kilise dışı olmayı ifade eder ve kilise dışı olan, kilisenin ilke ve kurallarını reddeden  kilisenin imkân ve işlemlerinden faydalanamaz.

Sonuç olarak İslâm dininde kilise kavramı olmadığından bu kavramla hayat İslam'dan koparılmada kullanılmış olduğunu görüyoruz ve bununla seküler bir yapı oluşturulduğunu görüyoruz. 

2. Türkiye'de Laikliğin ne Anayasa’da ne de herhangi bir hukukî metinde tanımı net olarak açıklanmıyor ve Laiklik ilkesinin muhtevasının ne olduğu Anayasa'da açıkça belirtilmiyor. Size göre Anayasa'da ve yerleşik hukuk belgelerinde Laiklik kelimesi hangi anlamda kullanılıyor?   Birinci soruya cevap verirken ifade ettim. Ülkemizde laiklik kelimesinin tanımı bilerek yapılmıyor. Yapılırsa laiklik kilise dışında olmaktır mı denilecek. Laiklik Kilise dışı olmaktır denilirse İslam anlayışında Kilisenin yeri olmadığı anlaşılacak ve hegemonik anlayış ortadan kalkacaktır.

 “La islâmi" bir hayatı dayatmanın yolu belirsiz, tanımı olmayan kavramlardan geçtiğini bilenler tanımlamayı hiç istemiyor. Böylece laiklik kisvesi altında “la İslami” bir yaşayış dayatılıyor. Laiklik kavramı ile yaşayış vahiyden koparılıyor ve yerine dünyevilik (seküler) dayatılıyor. Merhum Ömer Lütfü Mete’nin tabiriyle “Allah’sız bir Muslumanlık” dayatılıyor

3. Türkiye'de bazı kesimler, yıllarca, laik devlette dinsel simgelerle kamu kurumlarında bulunulmayacağını savunarak başörtülü öğretmen ve öğrencilerin okullara girmesini yasakladılar. Başörtülülerin hâkim, asker, avukat, polis vb. olarak kamusal alanlarda çalışamayacağı topluma dayatıldı ve hala bu düşüncede olan bir kesim var. Sosyolojik olarak bu çatlağın onarılması nasıl olacaktır? Laik devletin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı ise başörtüsünün İslam Dinin bir vecibesi olduğunu açıkça ifade ediyor.  Oluşan bu ikilemden yola çıkarak, ülkemizde gündemi uzun süredir meşgul eden yeni anayasa tartışmaları çerçevesinde laiklik anayasada yer alacaksa nasıl ele alınıp yorumlanmalıdır? 

Dünyanın her yerinde birey ve grup olarak insanlar kendi inanç ilkelerinin değerleriyle yaşamak ve görünür olmak ister. Bu tamamen ve fıtridir. Bu açıdan baktığımızda da bunun olduğunu görüyoruz. Çünkü fıtridir. Yasaklamaya çalışmak zulümdür. Bu hangi inanç açısından olursa olsun fark etmez.

Türkiye’de sıkıntının ana sebebi toplumun kahir ekseriyeti Müslüman olması ve dayatmaların olmasıdır. Devlet toplum ayrışması arttırılmak isteniyor.

Sorunuz bağlamında cevap verecek olursam şunu söyleyebilirim. İslam esas alınmayacaksa şöyle bir düzenleme ile bu iş çözülür diye düşünüyorum. “Yasama organı herhangi bir din ile ilgili hüküm koyamaz ve hangi dinin olursa olsun din mensupları, mensubu oldukları dinin hükümlerini grup veya birey olarak yerine getirmekten alıkonulamaz.”

Böyle bir yöntemle her dini grup kendi inandığı ilke ve değerlerle kendini, çocuğunu eğitir, yaşar yaşatır.

4. Din anlayışını yok sayan, vahyi inkâr eden, insan aklının üstünlüğünden başka bir gerçeği kabul etmeyen, maneviyata inanmayan bir laiklik anlayışı ile devlet ve millet bütünlüğü muhafaza edilebilir mi?  

Türkiye’de din anlayışı yok sayılmıyor. Seküler bir din anlayışı dayatılıyor. Yok sayılan veya sayılmaya çalışılan İslam’ın vazettiği din anlayışıdır. Laiklik yukarıda ifade edildiği gibi kilise dışında olmadır ve bütünlüğü sağlayamaz.

Bütünlük ancak vaz edilen ilke ve kuralların toplumun birey veya grup olarak kendi dini değerlerini rahat bir şekilde yaşayabildiği ortamın sağlanmasıyla mümkün olur. Yapılması gereken budur. Vazedilen ilke ve kurallar dini ilke ve kurallarla çatışmayacak. Bu tür düzenlemeler yapılmaz ise sorunlar yüzyıldır devam ettiği gibi yüzyıllarca devam eder. Milletin bütünlüğü mevcut yöntemle sağlanamıyor, hatta milletin bütünlüğü ve huzuru gittikçe zayıflıyor.

Basit bir misal bile durumu açıklamaya yeter. İslami ilke ve kurallara karşı olanlar bile sıkıştıklarında bu ilkelere sığınıyor ve huzuru orada bulacağını düşünüyor.

5.  %99’u Müslüman olan bir toplumda, Devletin bütün dinlere karşı tarafsız olması mümkün müdür?  

Mümkündür. Türk- İslam tarihi boyunca bunu yaşamış ve tecrübe etmişizdir. Devlet “lekum dinikum veliye din” ilkesi çerçevesinde düzenleme yaparsa mümkün olur. Geçmişte olduğu gibi. Bunun  tarihte misali vardır. Bütün coğrafyamızda geçmişte uygulanmıştır.

Medine Sözleşmesi misal olarak alınabilir. Medine sözleşmesi önemli bir belgedir. Hatta bazıları bunu dünyada vazedilen ilk anayasa olduğunu ifade eder. Muhtelif inanç gruplarına yönetimin bakış zaviyesini belirler.

Medine sözleşmesi herhangi bir inancın mensupları arasında zuhur eden ihtilafların kendi dini ilkelerince çözümünü öngörür. İhtilaf çözülemez ise hakim yönetime müracaat edilir. Günümüzde de uygulanabilir bir yöntemdir.

6. Laiklik anayasanın temel kurumu mudur? Laiklik demokrasinin vazgeçilmez şartı mıdır? Laiklik olmadan demokrasi uygulanamaz mı?

Laiklik bir kurum değildir ki, Anayasa’nın temel kurumlarından biri olsun. Demokrasi bir yönetim şekli ise elbette belirli ilke ve kuralları vardır ve işletilebilir. Bilinmesi gereken laikliğin ne olduğudur. Kilise dışında olanlar kendilerine göre yaşama ilke ve kuralları geliştirmişlerdir ve geliştiriyorlardır. Dolayısıyla öncelikle kavramlar doğru anlaşılmalı ve ifade edilmelidir.

Demokrasi ilkeler ve kurallarla bir yönetim biçimi ise ilke ve kurallar toplumun temel ilke ve kurallarıyla çelişmediği müddetçe pek ala uygulanabilir.

7. Devlet yönetimi için bir anayasa şart mıdır? Şartsa; Anayasanın kaynağı akıl mı, vahiy mi, gelenek midir? Anayasa metni hangi kaynaklara dayanarak tasarlanmalıdır? 

Devlet için bir anayasanın şart olmadığı görüşünü benimseyenler az değildir. Hatta bunun için İngiltere misali verilir.

İngiltere’de devlet yönetimin temel ilkelerini anayasa değil “örf” belirler. Bazıları buna tabii hukuk diyorlar.

Akıl bir düzenlemenin kaynağı değildir ve olamaz. Akıl ve muhakeme yolu ile kabul edilen ilkeler bir düzenlemenin belirleyicisi olabilir. Akıl ve muhakeme kaynak ne olursa olsun kullanılır.

Temel ilkeler dizisi dünün ve bugünün anlayışıyla ya tabii veya pozitif denilen hukuk mantığının  belirleyicisidir. Dolayısıyla tabii veya pozitif denilen hukuk ilkeleri anayasanın belirleyicisi olur.

Tabii hukuk ya İngiltere’de olduğu gibi” örf”e ve ya bizim inancımıza göre (İslam) “vahy”in ilkelerine dayanır.

Pozitif denilen hukuk ise akıl ve muhakemeye dayalı kabul edilen hukuktur. Beşeridir.  Bir nevi din ihdasıdır. Pozitif hukuk mutlak değerlerden kopuk anlayıştır. Hatta politik bir din anlayışının ihdası ve dayatmasıdır diyenler vardır. Bu konuda Gülbeyaz Karakuş’un “Cumhuriyetin Politik Teolojisi” isimli kitabı kayda değer bir çalışmadır.

Özetle, Anayasa yapılacaksa insanın inanç değerleri esas alınmalıdır. Bizim anlayışımızda “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” ilkesi doğrudur. Bu ilkenin hayat bulması için insanı Allah’tan koparan düzenlemeler değil, aksine Allah’la irtibatını sağlayan düzenlemeler yapılmalıdır.

Kısaca tabii hukuk esas kabul edilmelidir. Tabii ki, tabii hukuk dediğimizde biz bunu “vahy”in ilkeleri olarak anlıyoruz. Bu ilkeler esas alınarak Anayasa veya başka düzenlemeler yapılırsa hayat Allah’tan koparılmamış olur.

Sağlıklı ve güven ortamı oluşur. İki asra yakın devam eden sorunlar daha kolay çözülür.  

 

 

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu Yazı Hakkında Ne Düşünüyorsunuz?