Fıkıh
Veysi ERKEN
Toplumsal hayatın yöneten ve yönetilenler için bir olması gerektiğine
göre, hayatı şekillendiren davranış, tutum ve tavırlara dönüştüren ilke ve
kuralların da bir olması gerekir. Bir başka deyişle toplumun dayandığı fikir
demeti veya felsefenin yönetim ilke ve kurallarıyla bir olması icap eder.
Müştereklerini kaybeden, farklı ilke ve kurallara göre hayatını tanzim eden
toplumların uzun vadede iflahı söz konusu olamaz.
Soruna bu
bağlamda baktığımızda yönetim ilkelerimizin toplum olarak mensubu olduğumuz ve
yaşamaya çalıştığımız İslam dininin dayandığı vahiy kuralları ile çeliştiğini biliyoruz.
Özellikle
yönetim ve hukuk /kanun) ilkelerini belirleme gücünü elinde bulunduranlar
İslami ilke ve kuralları dikkate almamaktadır.
Dolayısıyla
içine düştüğümüz sıkıntıların kaynağında yöneten- yönetilen bağlamında
müştereklerimizin (ilke ve kuralların) azalması veya olanların yok edilmesi
bulunmaktadır denilse mübalağa olmaz.
Üzülerek belirtmeliyiz ki, toplumu oluşturan
bireylerin davranış kalıplarının temelini teşkil eden ilkeler demeti yok edilmiştir.
Yöneten- yönetilen bağlamında veya bireysel anlamda herkesin kendine göre
ilkesi söz konusu olmaya başlamış bu durum toplumun müşterek değerlerini
ortadan kaldırmıştır.
Bu duruma düşmemizin nedeni müşterek
değerlerimizi oluşturan felsefenin sistematik bir şekilde ortadan
kaldırılmasıdır. Geçmiş ve bugün bağlamında toplumsal hayatımıza bu zaviyeden
baktığımızda geçmişimizde ortak tefekkür paydamızın “kelam”a” dayanan “fıkıh”ın olduğunu görürüz.
Fıkıh en geniş tanımıyla bireylerin tutum,
tavır ve davranışlarla alakalı dinî meselelerin bilgisidir. Birey hayatının
bütününü kapsayan tutum, tavır ve davranışları benimsediği veya kendisine
benimsetilen “ilke ve değerler
manzumesi” ne göre şekillendirir. Dünyanın neresinde olursak olalım birey
niteliklerini aynı şekilde kazanır.
Geçmişte toplumsal hayat felsefemiz “din u devlet, mülk ü millet” ilkesine müstenit olduğundan, fıkıh sosyal
ilişkilerimizin anlamını sağlama vazifesini görmekte idi. Zira, Müslüman
bireylerin sosyal ilişkilerinde dinî veçhesi olmayan hiçbir tutum, tavır ve
davranış söz konusu değildi ve olmamaktaydı.
Fıkıh bu anlamda hem dünyevî
(evlilik,alışveriş, cezalar “muamelat, ahlak” vs.) hem de uhrevî (namaz, Hac,
Zekat, oruç “ibadat”) hayatın
müştereklerini oluşturan bir alandı geçmişimizde.
Fıtrat gereği ihtiyaçlar, toplum
hayatını zorunlu kıldığından ihtiyaçların tamamı Müslüman toplumlarda fıkhın
konusuna girer. Bilhassa fıkıh dinamik
ve değişken olan konularda asgari müşterekleri üç ana akıl yürütme ile çözmeye
çalışırdı. İçtihad, Fetva, Hüküm(Kaza)
Bir : İçtihad,
yeni fıkhî kuram üretilmesi yolu,
İki : Fetva, Fıkhî kuramlara göre beşeri
ilişkileri yorumlama tarzı,
Üç :
Hüküm, beşeri anlaşmazlıkların kuramlara göre çözümlenmesi veya
cezalandırılmasıdır
Bugün akıl yürütmelerimizin kaynağında
müştereklerimiz bulunmadığından bireylerin hayata bakışları ve hayattan
beklentileri tahmin edilemeyecek kadar ayrışmıştır.
Helal-
Haram, Doğru- yanlış, Güzel- çirkin gibi kavramlar yöneten-yönetilen çizgisinde
anlam kaymasına uğramış dolayısıyla bu kelimelere yüklenilen manalar
değişmiştir.
Yöneticiler yönetilenlere bazı kavramları tavsiye ederken
kendileri bunların tersini yapmakta beis görmemektedir. Hatta tavsiye edilen
kavramların gereğini yerine getirenleri enayi olarak telakki ettikleri
rahatlıkla söylenebilir. Bu değişimi bir başka deyişle fıkhın yerini sosyal
bilimlere terk etmesini Recep Şentürk şu şekilde ortaya koymaktadır: “Sadece
"ahkâm"ın değil bizzat fıkhın değişmesi ve nihayet tarihe karışması
söz konusuydu. Bunun mânası fıkha dayalı eski sosyal dünya görüşünün,
ilişkilerin, ahlâkın, kurumların ve yapıların kısacası "maneviyat düzeni"nin (moral order) yıkılması ve bütün bunların
modem toplum bilimin temelleri üzerinde yeniden inşası demekti.
Osmanlı'dan
günümüze toplumbilim tarihimizde üç ana safha olduğunu ve her dönemin
aydınlarının ve toplumsal söyleminin yapısının farklılıklar arz ettiğini söyleyebiliriz:
1. Osmanlı'nın kuruluşundan Tanzimat'a kadar
(1299-1839) fıkhın hâkim olduğu klasik dönem;
2.
Tanzimat'tan Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar (1839-1922) bir yandan fıkhın
kapsayıcı etkisi sınırlanmaya çalışılırken, diğer yandan ihya veya sosyal
bilimlerle telif edilmeye çalışıldığı dönem;
3. Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana (1922
sonrası) fıkhın resmî söylemden kaldırıldığı ve sosyal bilim söyleminin hızla
benimsendiği dönem.”*
Kısaca
fıkıh yerine sosyal bilimlerin ikamesiyle oluşan anlam kayması nedeniyle tutum,
tavır ve davranışında helal-haram,
güzel-çirkin, doğru yanlış, hak-batıl, iyi-kötü anlamını aramayan bireyin
davranışları bir başka değerler sistemine göre yeniden yapılanmakta ve sonunda
yeni yapıya göre düşünüşün ve yaşayışın başladığı görülür.
Yöneticilerin
soygunları, hırsızlıkları, kayırmayı bu kadar rahat yapabilmelerinin temel
nedeni kendi hayatlarını topluma telkin etmeye çalıştıkları ilkelere göre
tanzim etmemeleridir.
Netice itibarıyla toplumsal huzurun
sağlanması yeniden ortak bir hayat felsefesine sahip olmamızdan geçer. Bunu
beceremediğimiz takdirde huzura kavuşmamız mümkün görünmemektedir.
Selam
ve Sabırla................
.Not: Bu yazı 29.082001tarihinde yayınlanmıştır. Tekrarında
fayda görüyorum. Umarım ki, bu yazıyı okuyanlar tefekkürümüz için ortak bir
zeminin inşası için çalışır.
*Recep Şentürk, Fıkıh ve Sosyal Bilimler
Arasında Son Dönem Osmanlı Aydını TDV İSAM, İslâm Araştırmaları Dergisi. Sayı 4,
İstanbul 2000, s. 133-171. (Bu makale okunmalıdır)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bu Yazı Hakkında Ne Düşünüyorsunuz?