20 Ocak 2020 Pazartesi

Aile İle İlgili Tartışma Yanlış Zeminde Yapılıyor


Aile İle İlgili Tartışma Yanlış Zeminde Yapılıyor

Veysi ERKEN

            “Çoğulcu demokraside devlet, kimsenin soyuyla,    sopuyla, diniyle ve ideolojisiyle uğraşmaz. Bunlar insanların kimliğini oluştururlar. Kimlik seçimi doğal bir insan hakkıdır. Bu hak kimsenin elinden alınamaz. İnsanın kendi kalabilme savaşı, savaşların en zoru, ama en haklısı ve en onurlusudur. Bu bir onur sınavıdır. İnsan ölümlüdür. Ama kimlikler ölümsüzdür; öldürülmeye kalkışılırsa üreyerek çoğalırlar”  Sami Selçuk.                                                                                                                        
            Ülkemizde yıllardır yanlış zeminde tartışılan konular vardır. Söylem itibarıyla nüfusun kahir ekseriyeti Müslüman’dır. Hatta yayınlanan rakamlara bakılırsa nüfusun %99,9’u Müslüman’dır.
            Buna rağmen ilke ve kurallarla ilgili düzenlemeler yapılırken toplumun kahir ekseriyetini oluşturan Müslümanların akide ve ahlaki değerleri göz önünde bulundurulmaz.
            Düzenlemeler maalesef İslam hiçe sayılarak yapılır. Bunun örnekleri sayılamayacak derecede fazladır.
            Benim en çok ilgilendiğim alan “maarif”tir. Bu alanda yapılan bütün düzenlemeler maalesef daraltıcı ve bilgi edinme hakkını kısıtlayıcıdır.
            Özellikle hem eğitim hayatımızı hem de bütünüyle “aile”mizi bütünüyle bitirecek düzenlemeler yapılmıştır. Meşhur İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanun diye bilinen kanunlarla aile hayatını karartan, İslami değerleri yok eden düzenlemelerdir.
            Bu düzenlemeler birey devlet ilişkisini hesaba katmadan yapılan düzenlemelerdir.
            Dış kaynaklı olup bireye ve topluma rağmen yapılmıştır.
            Burada sorulması gereken şudur.
            Devlet bireyin özgürlük alanına neden müdahale ediyor. Kaç yaşında evleneceğine neden karar veriyor. Hangi alanda meslek edineceğine neden karar veriyor. Bilgi ve beceri edinme hakkı neden kısıtlanıyor.
            Bilindiği üzere devlet bireylerin mutluluğunu ve emniyetini sağlamayı amaçlar deniliyor.
            Devletin amacı bu ise devlet bireyin özgürlüğünü nasıl kısıtlar.
            Bence İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı düzenlemelere benzer bütün tanzimler bu bağlamda tartışılmalı ve topyekûn reddedilmelidir.
            Böyle bir reddiye yoksa felaket durdurulamaz, aile kavramı ortadan kalkar ve toplum yokluğa sürüklenir.
            Tarih bir yönüyle toplumların mezarlığıdır. Mezarlığı da dolduran toplumlar oraya adaletsizlikler ve ahlaksızlıklara kaynaklık teşkil eden ilkelere sahip olanlardır.
            Ben böyle düşünüyorum. Yıllardır devlet birey ilişkisini anlamaya çalışıyorum. Tefekkür etmenizi umuyorum.  Yıllar önce devlet birey ilişkisini şu şekilde tefekkür etmiştim.
            Bilindiği üzere insanlık tarihi, muhtelif cepheleriyle araştırılır ve değerlendirilir. İlk insanın çocuklarından beri bir yönüyle tarih; “özgürlük” mücadelelerinden ibarettir. Çünkü yönetme gücünü eline geçirmiş bulunanların ekseriyeti “özgürlük alanını tahdit” etmeye yönelik kural ihdas ederler.
            Kural ihdasında ileri sürülen gerekçeler genel olarak toplumun topyekûn menfaati biçiminde olur. Kural ihdası özellikle bireye (değer ve inanç) ve topluma rağmen olunca “özgürlük alanı”nda daralmaya yol açar. Dolayısıyla kural ihdası “insan”ın dinî inanç ve fıtratına aykırı ise birey-yönetim arasında “özgürlük” mücadelesi başlar.
            Dolayısıyla dünyanın neresinde olunursa olunsun insanlar, hem “birey” hem de “grup” olarak inandıkları değerler ve ilkeleri hayatlarının mihenk taşı yapmak, onlarla yaşamak (aile kurmak, ticaret yapmak, geçinmek, eğitilmek, yeni bilgi ve becerileri kazanmak vs) ve bu doğrultuda varlıklarını idame için fedakârlıklara katlanmışlar ve mücadele etmişlerdir.
            Kısaca bireylerin bu fedakârlık ve mücadelesi özgürlüğü gerektiren her alanda gerçekleşir. Özellikle hayatın gerektirdiği kişiliğini geliştirme hak ve özgürlükleri konusunda mücadele daha fazla yaşanmıştır ve yaşanmaya devam etmektedir.
            Unutulmamalıdır ki, insanın kendini (aile kurmak, ticaret yapmak, geçinmek, eğitilmek, yeni bilgi ve becerileri kazanmak vs) geliştirme isteği, “şahsiyet Hakları”nın manevi boyutlarından birisi olan “özgürlük” alanı ile ilgilidir.
            Temel anlayışımıza göre özgürlük bireyin, kendine ve başkalarına zarar vermemek kaydıyla dilediği gibi tavır ve davranış sergileyebilmesidir.
            Bahsi geçen konularda karşılaşılan sorunlara “özgürlük” penceresinden bakılacak olursa, organizasyonların işleticisi durumunda olan yönetim birimleri, hakların kullanılabileceği ortamın sağlanmasından ve genişletilmesinden birinci derecede sorumludur. Çünkü bir toplumda fertler her zaman kendi istekleriyle organizasyonlarda yer almazlar.
Bireyler doğmadan organizasyonlar mevcut olabilir dolayısıyla organizasyonlarda yer alma bazen fertlerin istekleri dışında gerçekleşir.
            Genel olarak ferdin isteği dışında yer aldığı örgütlerin başında “Devlet” denilen teşkilat gelir.
            Dolayısıyla istek ve arzuya bağlı olmayan organizasyonların tamamının mensuplarına “adil” davranmaları insan hakları açısından temel bir zorunluluktur. Bahsi geçen sebepten dolayı bilhassa “devlet” denilen organizasyonun işleticileri olan kişi ve kurumlar, devleti oluşturan bireylerin tamamının kendilerini -inanç ve değerlerine- uygun gerçekleştirmesine, elzem olan ortamı sağlaması icap eder.
             Bu durum fertlerin “hak”larını  “özgürce” kullanabilmelerine bağlıdır.
 Aslında bireylerin kendilerini gerçekleştirme isteğinin “sorun” haline dönüştürüldüğü alanlar ya devlet organizasyonunun tamamı ile ya da devletin oluşturduğu kurumlarla ilgilidir. Maalesef, aile kurmak, ticaret yapmak, geçinmek, eğitilmek, yeni bilgi ve becerileri kazanmak vs ile ilgili hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması, sınırlandırılması veya engellenmesi devlet adına hareket ettiğini belirten kişi, kurum ve yapılarca gerçekleştirilmektedir.
            Bundan dolayı genel olarak hak arayışı ile ilgili mücadele  “yönetme gücü”nü elinde bulunduran “yapı” ile “birey” veya “gruplar” arasında meydana gelmektedir.
            Genelde gücü elinde bulunduran ve “devlet” olarak adlandırılan kişi ve kurumlardan oluşan yapı, “ülke” denilen topraklar üzerinde yaşayan herkesi biçimlendirme hakkını kendinde görür. Özellikle yönetim gücünü elinde bulunduranlar oligarşik özellikte ise bu biçimlendirme hakkı daha şiddetli bir şekilde ortaya çıkar.
            Birey –devlet ilişkilerinde insanı biçimlendirme isteği her konuda özellikle de yukarıda belirtilen alanlarda daha fazla gündeme gelir. Hatta bu alanlarda daha fazla gündemde tutulur ve âli menfaatler ileri sürülür.
             Üzülerek belirtmeliyiz ki, egemen güçlerin koyduğu kurallarla bireyin kendini gerçekleştirme özgürlüğünün kullanım alanını daralttığı halde zaman zaman insan hakları savunucuları bile -belki farkında olmadan- onları bir başka deyişle kural koymayı savunur durumda olabilmektedir.
            Bilinmelidir ki, insanî olmayan yönetimlerde “yönetme gücü”nü eline geçirmiş olanlar, sahip oldukları gücü kaybetme korkusuyla fertlerin hak ve hürriyetlerini kısıtlamaktadır. Bu yönetimler dilediği şekilde değer ve inançlarıyla özgür insanı yönetemeyecekleri korkusuyla fertlerin, dolayısıyla toplumun haklarını kısıtlamayı, kendi zihniyetlerinin geleceğini garanti altına almak açısından bir hak olarak görmektedir.
            Bütün şartlandırmalara rağmen, insanî yönetimlerin egemen olduğu ülkelerde yöneticilerde “halka rağmen” hüküm koyma cüreti olmadığından hak ve hürriyetlerinin ihlali daha azdır. Hak ihlalleri görülse bile, hukukun üstünlüğü ve toplumun denetimi sebebiyle kısa zamanda izale edilir ve sorumlular hakkında gereken hukukî işlemler yapılır.
            İnsanî yönetimlerin olduğu ülkelerde yöneticiler insanlarını “mutsuzluğa sürüklemekle değil aksine fertlerin, toplumun huzur ve sükûn içinde oldukları hür ortamları sağlama ve fertlerin önündeki bütün engelleri kaldırmakla övünür.
            Birey-devlet ilişkilerine insan hakları açısından bakıldığında, bireyin niteliklerini, hayatiyetini ve mutluluğunu devam ettirebilecek şekilde değer ve inancıyla uyumlu bir ortam ve ilkeler dizisi talebi insanîdir.  Vazgeçilmez ve sınırsız olmalıdır.
Dolayısıyla “İnsan yaşat ki, devlet yaşasın” ilkesini benimseyenler bireyin özgürlüğünü daraltan her ilke ve kuralı reddeder, hiçbir organizasyonun ilke ve kurallarıyla bu özgürlüğe gölge etmesini kabul edemez ve savunamaz.
            Yine İnsan hakları ve inanç bağlamında özgürlük taleplerinin hareket noktası, gölgelerin reddidir. Çünkü özgürlük; serbest davranabilmeyi, bir kayıt altında olmamayı ifade eder. Eğer fertlerin hareket alanı kayıt altına alınırsa; yani hürriyetleri kısıtlanırsa “hakkın” kullanılması mümkün olamaz.
            Birey- devlet ilişkisine haklar ve özgürlükler boyutuyla bakıldığında hangi organizasyon tarafından yapılırsa yapılsın “tepeden inme” biçiminde gerçekleştirilen ve bireyin özgürlüğünü kısıtlayan her türlü düzenleme reddedilmelidir, çünkü tepeden inme düzenlemelerin bireyin kendini gerçekleştirme haklarının kısıtlanması veya yok edilmesi anlamına geldiğini herkes bilir. Dolayısıyla, İslami ve insani hakların savunucuları hakların sınırlandırılmasını beraberinde getiren her ilke, kural ve uygulamanın karşısında durur.
            Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. İnsan, ancak hürriyet içinde hakkını  -ne ad altında olursa olsun, hiçbir engelle karşılaşmadan- kullanabildiği ortamlarda fikrini, zihnini ve becerisini geliştirir ve onlarla mutlu bir şekilde yaşayarak kendisinin ve içinde bulunduğu toplumun gelişmesine katkı sağlayabilir.
            Selam ve Sabırla…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu Yazı Hakkında Ne Düşünüyorsunuz?