31 Temmuz 2022 Pazar

Cumhurbaşkanı ve Meclis Seçimi

 Cumhurbaşkanı ve Meclis Seçimi

Veysi ERKEN

Cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimine bir yıldan az zaman kaldı.

Muhalefet ve yerli olmayan medya mensupları sürekli erken seçimden bahsettiler ve ediyorlar.

Tabii ki niyetleri halis değildir. Burada tartışma konusu haline getirmeye çalıştıkları Cumhurbaşkanının tekrar aday olup olamayacağıdır. 2007 yılında 367 sayısı ile oluşturmaya çalıştıkları kaotik ortamı tekrar etmeye çalışıyorlar.

Bu durumu ortadan kaldırmak için seçimlerin 14 Mayıs 2023 tarihine, bir başka ifadeyle erkene alınmasında fayda var diye düşünüyorum.

Seçim erkene alındığı takdirde bütün bu tartışmalara sebebiyet verenlerin foyası ortaya çıkacak ve ister ikinci dönem ister üçüncü dönem denilsin mevcut Cumhurbaşkanı tartışmasız bir şekilde aday olabilecektir.

Dolayısıyla seçimlerin bir ay öncesine alınmasında fayda var.

Bunu gerçekleştirmek için Cumhurbaşkanı, Meclisi seçime götürme ve feshetme yetkisini kullanması gerekir.

Cumhurbaşkanının, meclisi feshetme yetkisinin olup olmadığı yönündeki değerlendirmeler halk oylaması öncesinde yapılmıştır.

 Türk Hukuk Kurumu Başkanı olan Av. Yaşar Çatak durumu şu başlıkla ele almıştır. “Anayasa Değişikliğinde Cumhurbaşkanının Meclisi Fesih Yetkisi Var mı?”

Halkoylamasına sayılı günler kala, gündeme taşınan, Anayasa değişikliğinin 9. ve 11. maddeleri ile yürürlükteki Anayasanın 105 ve 116.maddelerinde öngörülen düzenlemeler tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır.

Anayasanın 105.maddesinin dördüncü fıkrası “Hakkında soruşturma açılmasına karar verilen Cumhurbaşkanı, seçim kararı alamaz.”

Anayasanın 116.maddesinin ikinci fıkrası da “Cumhurbaşkanının seçimlerin yenilenmesine karar vermesi halinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılır.” şeklinde düzenlenmiştir.

a) Bu maddelerden “Cumhurbaşkanının, TBMM’ni seçime götürme yetkisinin olduğu” dışında bir anlam çıkartma olanağı yoktur.

b) Cumhurbaşkanının seçime götürme yetkisinin, bir fesih olmadığı yorumu da yerinde değildir. Seçim kararı almak mevcudu ortadan kaldırmak demektir. Bu işlem “fesih” değilse, o zaman mevcut meclise dokunmadan, onu koruyarak, yanına bir başka (ikinci) meclisin seçilmesini sağlamak söz konusu olacaktır.

c) Cumhurbaşkanının TBMM seçimini yenilemesi durumunda kendi seçiminin de yapılacak olması, MECLİSİN FESHİ gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Anayasa değişikliğiyle, Başbakan yetkileri Cumhurbaşkanına verilmektedir. Mevcut Anayasa’da TBMM seçimi yenilendiğinde görevdeki Başbakan da seçime gitmektedir.

Yeni düzenlemeyle, Başbakan hak ve yetkilerine sahip olan Cumhurbaşkanının aldığı seçim kararıyla Meclisle beraber kendisinin de seçime gidecek olması, bir özveri ya da lütuf olarak da sunulmamalıdır.

Öte yandan;

Getirilen değişiklikle, yasa yapma ve denetim yetkisi ciddi şekilde zayıflatılan ve Cumhurbaşkanı ile eşzamanlı olarak seçimi yapılan Meclisin, 3/5 çoğunluğu bularak seçim yenileme kararı alması uygulamada gerçekleşecek bir durum değildir.

Sonuçta; TBMM’ni feshedip seçimleri yenileyebilecek tek güç, Cumhurbaşkanı iradesi olacaktır. https://www.turkhukukkurumu.org.tr/basina-ve-kamuoyuna-duyurular/130-anayasa-degisikliginde-cumhurbaskaninin-meclisi-fesih-yetkisi-var-mi.html

Hâsılı kelam.

Ülkede cumhurbaşkanlığı seçimi bahanesiyle kaotik durum oluşturmaya çalışan yerli olmayan güçlere ve maşalarına bu imkân sağlanmamalı ve seçimler bir ay öncesine çekilerek 14 Mayıs 2023 Pazar gününde yapılmalıdır.

Selam ve Sabırla…

 

 

30 Temmuz 2022 Cumartesi

YATAY BİR Mİ‘RAC: “HİCRET”*

 YATAY BİR Mİ‘RAC: “HİCRET”*

 Veysi Erken

“Hicret”in mana ve mefhumuyla anlaşılması babında kıymetli dostum Dr. Mehmet Güneş beyin anlatımıyla gönül dostlarını baş başa bırakıyorum.

 

                      “1444. Hicrî yılın; bütün insanlığa hidâyet, hayır, huzur ve bereket getirmesi niyazıyla…

“Gül Devri”nden bâkî kalan, “Peygamber ikliminden mahrem mânâlar fısıldayan”, çölün yüreğinde mütebessim güller açtıran, “Yesrib”i, Kâinâtın Solmayan Gülü’nün nûruyla “Medîne-i Münevvere”ye tedvîr eyleyen ve adı “Hicret” olan insanlığın bu en kutlu yürüyüşünün sene-i devriyesinde yâdımıza Ârif Nihad Asya’nın “Seccâden kumlardı…” diye başlayan o muhteşem nât-ı şerifinin bu mübârek yolculuğu şiir diliyle tasvîr ederken; 

“Ne oldu ey bulut,

Gölgelediğin başlar?

Hatırladın mı ey yol,

Bir Azîz Yolcu’yla

Aşarak dağlar, taşlar,

Kafile kafile, kervan kervan

Şimâle giden yoldaşlar?

Uçsuz bucaksız çöllerde, 

Yine, izler gelenlerin, 

Yollar gideceklerindir. 

Şu Tekbir getiren mağara, 

Örümceklerin değil; 

Peygamberlerindir, meleklerindir... 

Örümcek ne havada 

Ne suda, ne yerdeydi... 

Hakk’ı göremeyen 

Gözlerdeydi!” diyen dizelerini terennüm ve tefekkür ediyoruz.

İslâm Tarihi’nin en önemli hâdiselerinden birisi olan ve nübüvvetin 13. yılında gerçekleşen “Hicret” hakkında -kendi tefekkür dünyamızda- âcizâne şu yorumları yapıyoruz:

Hicret”; sadece bir mekân değişikliği değil, insanlığın hayat takviminde dönüm noktası olan büyük bir kıyâm, yeni bir başlangıç ve muazzam bir inkılâptır.

 “Hicret”; Mekke’deki 13 yılın hâtırasını yüklenmiş ve Medîne’de “Gül” Medeniyeti’nin sırlarını yüreğinde saklamış olan Muhammedî bir “İz” ve peygamberî bir sancaktır.

Hicret”; Câhiliyye karanlığını nûrâ tebdîl eden, Mekke’deki dayanılmaz çileyi kendi içinde Tevhîdî bir aşka tenvîr eyleyen ve îmânı teslîmiyete, teslîmiyeti tevekküle, tevekkülü de “Hasbünallâhü ve ni’mel vekîl” şuuruna eriştiren bir müjdeli şafaktır.

 “Hicret”; Allah (c.c.) için yola çıkmanın, Allah(c.c.)’ın nizâmını bütün insanlığa duyurmak ve gönülleri İlâhî aşkla doyurmak için yapılan bir yönelişin “Gül” kokulu besmelesidir. 

“Hicret”; “..Kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır.” Âyeti’yle İslâm’ın kıyâmete kadar bâkî kalacağı müjdesinin vahiyle tescillenmiş mukaddimesidir. 

“Hicret”; Hakk’a bağlılığın ifâdesi, Allah(c.c.)’a yöneliş ve İslâm’ı doya doya yaşama özleminin bir netîcesi, günâhlardan kaçış ve mâsivâdan uzaklaşmanın bir göstergesidir. 

“Hicret”; dünyanın hayat takviminde bir dönüm noktası olmasının yanında; İslâm şafağının bütün dünya üzerinde tulû etmesi için başlatılan bir kutlu yolculuğun ayak sesidir. 

“Hicret”; bir şehirden başka bir beldeye yapılan fizîkî bir mekân değişikliği olmayıp; Allah(c.c.)’a îmânın, bâtıldan uzaklaşıp Hakk’a, hakîkate yönelmenin, sadakat ve teslimiyetle, sabır ve sebâtla, inanç ve ihlâsla yeni ufuklara doğru Tevhid üzre yürümenin en kâmil irâdesidir.

 “Hicret”; zorluk ve sıkıntıdan, rahatlık ve kolaylığa erişmek için yapılan sıradan bir yolculuk değil, Rızâ-i Bârî’ye erişmek gâyesiyle mallarıyla, canlarıyla cihat edenlerin; yurdunu, yuvasını, evin, barkını inanç değerleri uğruna gözünü kırpmadan terk etmesidir.

 “Hicret”; terk etmeden gidilemeyeceğini; inanmadan varılamayacağını; ayrılmadan kavuşulamayacağını; yola çıkmadan buluşulamayacağını; fedâ etmeden nâil olunamayacağını; çile çekmeden, ter dökmeden, bedel ödemeden, sa’y ü gayret göstermeden hedefe ulaşılamayacağını bütün cihana gösteren mukaddes bir yolculuktur. 

“Hicret”; aslâ bir ricat olmayıp, bu muazzez seferin arka plânını oluşturan ve sarsılmaz temellerini Efendimiz’in Mekke’deki İslâm’ı ilk tebliğ dönemlerinden îtibaren büyük bir cesâretle ikmâl ettiği “Îman en büyük imkândır.” Nebevî ölçüsünün hayat bulduğunu eşsiz bir kıyâmdır.

“Hicret”; aslâ küffardan “kaçmak” değil; kutsî değerler uğruna müspet şartlar oluşturabilmek, hayırlı bir faaliyet yapabilme imkânlarının tükendiği yerden, yeni imkânların üretileceği bir bölgeye intikâl etmek, yeni bir güç ve enerji elde edebilmek, yeni bir hamle yapabilmek ve yeni bir yükselme rampasına ulaşabilmek gâyesiyle “şartlara teslim olmayıp, şartların teslim alınacağı” bir bölgeye “göçmek”tir.

“Hicret”; hayat suyunun kaynağı olan Mekke-i Mükerreme’den; îmana susamış dudakları suya kandırabilmek ve risâlet ırmağının en mübârek pınarının Medîne-i Münevvere’den çağlayıp bütün insanlığa âb-ı hayat sunabilmek için, İlâhî müsâadeyle yapılan muazzez ve mübârek bir cihattır.

“Hicret”; İslâm’a dar gelen yerleri bırakıp, Allah(c.c.)’ın arzındaki her bölgeye Hakk’ı tebliğ etmek için yeni bir mekânda kürsü kurmak gâyesiyle yola çıkmak; İbrâhimî bir îman ile Hâcer(r.aa.)’den İsmâil(a.s.)’e, İsmâil(a.s.)’den Zemzem’e ulaşmak, Muhammedî bir inançla Yesrib’i Medîne yapmak ve Medîne-i Münevvere’den cihâna yayılan îman nûruyla beşeriyeti “Gül” Medeniyeti’ne kavuşturmaktır.

 “Hicret”; tedbirin aslâ takdiri bozamayacağını bilmesine rağmen, esbâba tevessülün her türlü gereğini eksiksiz olarak yerine getiren ve muhafızı Allah (c.c.) olanların aslâ mağlup edilemeyeceğini bütün cihâna bildiren ve tarihin akışını kökünden değiştiren bir ulu fermandır.

“Hicret”; anlatması kolay, fakat anlaşılması ve yaşanması çok zor olan, içinde sayısız sırlar, kutlu mesajlar ve nice hikmetler saklayan, dünden yarını kucaklayan, ebedî saâdet kapılarını aralayan ve “Gül Devri”ne köprüler kurup kapılar aralayan bir tayy-i mekândır.

“Hicret”; mü’minlerin îman ettikleri gibi yaşamak ve hayatlarıyla temsil edip, hâlleriyle tebliğ ettikleri İslâm ile insanları müşerref kılmak için mallarını, mülklerini, yurtlarını, yuvalarını terk ederek, maddî servetlerini Mekke’de bırakıp, inandıkları değerleri yanlarında götürenlerin ve “Yesrib”i “Medîne-i Münevvere” hâline getirenlerin “Bir Hilâl uğruna” yazdığı “Gül” kokulu bir destandır. 

“Hicret”; vatan sâhibi olmak için değil, gittiği toprakları îman nûruyla yoğurarak o yerleri de vatan kılmak ve “İslâm Yurdu”na dönüştürmek için yapılan bir kutlu yürüyüştür. Bu sebeple Mekke’den Medîne’ye göçen Ashâb-ı Kirâm orada ilâ-nihâye kalmamış, İ’lâ-yı Kelîmetullah Sancağı’nı daha da yükseklere taşımak ve Allah (c.c.) ve Resûlü(s.a.v.)’nün ismini güneşin doğduğu her yere duyurabilmek aşkı ve cehdiyle sefer etmiştir.

“Hicret”; İlâhî aşkla yapılan ve gittiği her yere îman, ihlâs, hidâyet, muhabbet, umut ve hayat taşıyan “bir mübârek sefer”dir. Böyle olduğu için de İslâm Târihi’nde her zaman ‘hayatla hicret, hicretle hayat’ hep iç içe olmuş; “tebdil-i mekân” hiç durmamış ve “Hicret” hep devam etmiştir. Bu sebeple Vedâ Hutbesi’ni dinleyen yüz yirmi dört bin sahâbîden sâdece on bini Medîne’deki Bakî’ Kabristanı’nda medfundur. Sahâbe-i Kirâm; İslâm’ı tebliğ için Şam’dan Yemen’e, Belh’ten Bizans’a, İran’dan Tûran’a, Şimâlî Afrika’dan Uluğ Türkistan’a, Kıbrıs’tan Anadolu’ya kadar çok geniş bir coğrafyaya hicret ederek gönül fethine çıkmışlar, ayak bastıkları her yeri îmanın âsûde iklimiyle buluşturmuşlar, gittikleri beldelerde “Muhammedî Güller”i goncaya durdurmuşlar ve en çorak toprakları bile gülistâna dönüştürmüşlerdir. 

“Hicret”, Sevr Dağı ile Yesrib Şehri arasında yapılmış olan sıradan bir yolculuk aslâ değildir. Zîrâ Âdemoğlunun en mükerrem, en muazzez ve en muhteşem kıyâmı olan bu kutlu yürüyüşün ayak izleri sâdece Mekke-Medîne arasındaki dağ yollarında ve kum tepelerinde kalmamış, dünyanın dört bir yanına ulaşmış ve “Kadem-i Resûl” sultanların başına tâc, ölü gönüllere ilâç olmuştur.

 “Hicret”; İslâm güneşinin insanlık ufkunda bütün ihtişâmıyla parlayarak arzın dört bir yanını aydınlatması için Yesrib semâlarında irtifâ kazanmaya başlayan, umuda hayat katan ve hayatı umutlandıran münevver bir seferin; “Yolları göklere bağlayan perçin”idir.

“Hicret”; insanlığı îman çağına ulaştıracak İlâhî bir çağrının bütün dünyada mâkes bulması için, Rabbanî emirle başlayan bir sa’ydan yansıyan semâvî güzelliklerin gönüllere en gümrah bir biçimde aksetmesidir. 

“Hicret”; beşeriyete âb-ı hayat sunabilmek için; göz, gönül, alın ve akıl teri dökenlere; “Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya” diyerek yola çıkanlara bahşedilen bir zafer gülümsemesidir. 

“Hicret” şafağının gurûbu hiç olmayacak, aydınlığı kıyâmete kadar devam edecek, Medîne semâlarından başlayıp bütün dünyayı baştanbaşa kuşatacak ve insanlık ufkunda ebediyyen parlayıp yüreklerini aşka getiren ve getirecek olan bir nur şûlesidir.

“Hicret”, Kur’an-ı Kerîm’de; “İnanan, hicret eden, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katındaki mertebeleri pek büyüktür. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.”  diye ifâde buyurulan kutsî bir tebşir ve bir şeref nişânesidir.

Hâsıl-ı kelâm “Hicret”; Hakk’a inanç ve teslîmiyetin, kul olma şuurundaki samîmiyetin, ferâgat ve fedâkârlıktaki fazîletin, tarihin hiç görmediği ve göremeyeceği inanç birliği ufkundaki uhuvvetin, karanlığı nûra tebdîl etmedeki gayret ve izzetin oluşturduğu değerler manzûmesinden meydana gelen ve insanlığı îman çağına ulaştıran “Gül” yüzlü bir medeniyetin mübârek ve muazzez bir muştusudur.

Ve Allah Resûlü(s.a.v.)’nün Hicreti’nin; hem insanlık, hem de İslâm tarihi açısından bir dönüm noktası olduğunu, emsâli olmayan bir mânâ, hikmet, keyfiyet ve ehemmiyet arz ettiğini çok iyi bilen Hz. Ömer (r.a.) Efendimiz; kendi hilâfet döneminde bu kutlu yolculuğun ‘resmî bir takvim ve yeni bir tarihin başlangıcı’ olarak kabûl edilmesini sağlamış; Müslümanlar da İslâm’ın ikinci halîfesinden îtibâren “Hicret”i ümmet-i Muhammed için yeni bir mîlat olarak görmüş ve o günden bugüne de “Hicrî Takvim” kullanılmaya başlanmıştır.

Bu duygu ve düşüncelerle; sessiz, sedâsız, garip ve pek çok kişinin haberi dahi olmadan gelen Hicrî 1444 senesinin; 

Kur’ân ve Sünnet merkezli yeni tefekkürlere, 

Kalbimizi itminâna erdirecek yeni tezekkürlere, 

Nîmetin Asıl Sâhibi’ne hamd ü senâ ile en samîmî teşekkürlere,

Seyyiâtımız için tevbe-i nâsûha ve “Lâle”ye müştak “Gül” aşkıyla taakkula   

Şahıslarımız, ana babamız, evlatlarımız ve âilemiz için en hayırlı niyetlere ve nîmetlere, 

Emperyalist kâtillerin zulmü altında her türlü baskı ve işkenceye mâruz kalan cümle soydaş ve dindaşlarımızın, hassaten Doğu Türkistanlı Uygur Türklerinin, Filistinli, Kırımlı, Arakanlı kardeşlerimizin ve cümle mazlumların felâhına,  

Türk milleti için birlik, dirlik ve beraberliğe, târihî mefahirimizin yeniden ihyâsıyla Ay Yıldızlı zaferler getirmesine ve Türk Dünyasının “Dilde, fikirde, işte birlik” yolunda yeni bir diriliş için kutlu bir çerağ uyandırmasına,

Âlem-i İslâm’ın; ihtilaftan ittifaka yol bulmasına, adâvetten uhuvvete ulaşmasına, gerçek anlamda ümmet şuuruna erişmesine, Kâinâtın Solmayan Gülü’nü hakkıyla anlamasına ve örnek almasına,

İnsanlığı îman çağına ulaştıracak “Gül Devri”nden günümüze hidâyet nûru taşıyacak, gariplerin gözyaşını “Gül” yaprağıyla silecek ve mazlumların acısını dindirecek yeni muştulara, fiilî duâlara ve her alandaki terakkî ve güzelliklere zemin hazırlayacak gelişmelere vesîle olmasını temenni ediyorum.

1444. senesinin ve Muharrem-i Şerîf’in cümlemizi Rızâ-yı Bârî’ye erdirecek amellere ev sahipliği yapması duâ ve niyâzıyla Hicrî yılbaşınızı tebrik ediyor; Kur’ân ve Sünnetin nuruyla aydınlanan ve Ehl-i Beyt-i Mustafâ aşkından feyz alan hayırlı ve bereketli bir yıl diliyorum. 1 Muharrem 1444 / 30Temmuz 2022”

 

 

29 Temmuz 2022 Cuma

Suriyeli Düşmanlığı Neden Körükleniyor, Kimler Körüklüyor

 Suriyeli Düşmanlığı Neden Körükleniyor, Kimler Körüklüyor

Musa Dağı* Kitabını Okuyunuz gerçeği Öğreniniz

Veysi ERKEN

Gerçekte İslam ve Müslüman düşmanlığı söz konusudur. Tabii ki Milletimizin ekseriyeti Müslüman olduğundan doğrudan doğruya düşmanlıklarını izhar edip kendilerini oldukları gibi yansıtmıyorlar.

Celalettin Rumi’ye atfedilen bir söz var “ya olduğun gibi ol, ya olduğun gibi görün”.

Bunlar münafık karakterli olduklarından oldukları gibi değil, olmadıkları gibi (Müslüman) görünüp İslam ve Müslüman düşmanlığı yapıyorlar.

Suriyelilere, Türkistanlılara, İmam Hatiplere, İlahiyatlara onun için saldırıyorlar.

Esasında Suriyelilerin ne geçmişte ne de bugünlerde milletimize ihanet etmediklerini biliyorlar.  Kendileri İslam olmayan değerleri için Suriyelileri, Türkistanlıları, İmam Hatiplileri vs düşman olarak görüyor ve iftira etmekten geri durmuyorlar.

Araplar bizi arkadan vurdu diye pespaye zihniyetlerini yansıtıyorlar.

Bu sefillere zaten diyeceğim bir şey yok.

Ama bu sefillerin algı operasyonlarının etkisinde kalıp yollarını şaşıranlara, sapıtanlara diyeceklerimiz var.

Belki gaflet uykusundan uyanırlar.

Bu kardeşlik hukuku gereğidir.

Bilindiği üzere Türkler ta Abbasi döneminden beri Irak, Suriye, Yemen, Mısır, Cezayir vs. coğrafyalarını yönetmiş ve hala varlığını devam ettirmektedir.

Bu coğrafyalarda tapınakçı Siyonist haçlı zihniyeti her daim kendileri gibi ihanet edecek yapılarla bir ve beraber olmuşlardır.

Dünün haşhaşileri bugünün fetöcüleri elemanlarını hep gayrı Müslimlerden seçerek Müslümanları düşman olarak göstermeye çalışmışlardır.

Bunu tarihten bir misalle izah eydim.

Merhum Cevat Rıfat Atilhan’ı bileniniz azdır.

Pek çok cephede bulunmuş ve 70’in üzerinde kitap yazmış bir şahsiyet. Filistin cephesinde de bulunmuş biri.

Bugün Suriyelileri düşmanlaştırmaya çalışan melunları tanımak için hiç olmazsa “Musa Dağı” isimli kitabını bulunuz ve okuyunuz. O cephede, Filistin cephesinde dönen dolapları ve ihanetlerini anlayınız. İçimizdeki Lavrens'leri ve elemanlarını keşfediniz.

İşte kitaptan bir kesit.

“Üçüncü Gazze meydan muharebesi esnasında geçen iki hadise hislerimi ve kafamı uzun uzun oyaladı. Bunlardan birincisi, “Nankörlük ve hıyanet”, ikincisi de “İnsanlık ve Kadirşinaslık” numunesidir.  ………… Arap köyü olan Sedut’tan ve sonra da mamur Yahudi köylerinden geçtik.

Sedut’ta halk yolun iki tarafına dizilmiş ellerindeki bakır bakraçlardan bize süt, yoğurt ikram ediyorlar, yan çantalarımıza taze portakallar dolduruyorlar. Kadınlar arkamızdan şöyle bağırıyorlardı:

----“Zafer Allah’ındır… Nusret sizindir. Mertliğinizin şahidi Allah’tır… Bizi düşmana çiğnetmeyiniz!...”

----Bu heyecanlı sözleri uzun çığlıklar ve lü lü lü…lü lü lü… sesleri takip ediyordu.

Ruhlarımızı doyuran, erlerin şecaatini kamçılayan bu samimi hitaplar, hepimize şevk ve gayret verdi. Adeta çeliklenmiştik. Bunu müteakip Yahudi köylerinden geçtik. Arapları çamur yığını halindeki evleri, kıldan örülmüş çadırlarına mukabil Yahudi köyleri tıpkı İstanbul’un Erenköy’ü, İzmir’in Buca’sı gibi çiçekli bahçeler, nefis bademlikler içinde zarif köşklerle, muazzam binalarla süslenmiş birer mamure idi.

Filistin’in hayat fışkıran zengin bölgelerinde yıllardır himayemizde: Adalet, Emniyet ve Hürriyet içinde layık olduklarından çok daha fazla bir refaha erişmiş bulunan bu Yahudiler, bize bugün için küskündü?!...

Yakut renginde Türk kanıyla sulanmış bu topraklarda vatanı uğrunda hiçbir fedakârlıkta bulunmayan, cennet hayatı süren bu kavme acaba ne yapmıştık?.!.

Bizler kan ter içinde cepheden cepheye koşarken, mağlubiyet ve perişanlığımızı bekler hissiyle, en ufak bir yardım ve alakadan kaçan bu sefil güruh karşısında ve böyle bir günde insanın elinden iğrenmekten başka ne gelebilir?...

İçim bu hislerle dolup boşalırken, iki Yahudi getirdiler. İleri karakol ve keşif vazifesini gören takımımın erleri tarafından yakalanan bu iki hain, sahilde gizlenerek ellerindeki fenerlerle düşman kuvvetlerine bir takım işaretler vermekte imişler.” (1)

Evet, aziz dostlar dün olduğu gibi Müslüman Araplar, Filistinliler, Türkistanlılar, Arakan’lılar vs. fakir oldukları, çadırlarda, derme çatma evlerde yaşadıkları halde bizim dostlarımız ve kardeşimizdir. İnsanlık ve kadir şinastırlar. Tevhid inancıyla bizimle birlikteler. Diğerleri ise nankörlük ve hıyanet içindeler. Dolayısıyla kadirşinas olanları düşman olarak göstermeye çalışanlar içimizdeki Lavrens'lerdir.

Bugünün Lavrenslerini öğrenmek ve tanımak için dünün Lavrenslerini, elemanlarını, casuslarını, ihanet şebekelerini, girdikleri kılıkları öğrenmek gerekir. Musa Dağı kitabını okursanız bunları isim isim ve konumlarını öğrenirsiniz, böylece bugünün hainlerini keşfedersiniz.

Hâsılı kelam düşmanlık oluşturmayanlar bilinmelidir ki, içimizdeki hainler ve Müslüman görünümlü Siyonist haçlı zihniyetinin gayrı Müslimleridir.

Selam ve Sabırla…

*Musa Dağı, Cevat Rıfat Atilhan, Aykurt Neşriyat, II. Basım, İstanbul-1968.