Aile İle İlgili Tartışma Yanlış Zeminde Yapılıyor
Veysi ERKEN
“Çoğulcu
demokraside devlet, kimsenin soyuyla,
sopuyla, diniyle ve ideolojisiyle uğraşmaz. Bunlar insanların kimliğini
oluştururlar. Kimlik seçimi doğal bir insan hakkıdır. Bu hak kimsenin elinden
alınamaz. İnsanın kendi kalabilme savaşı, savaşların en zoru, ama en haklısı ve
en onurlusudur. Bu bir onur sınavıdır. İnsan ölümlüdür. Ama kimlikler
ölümsüzdür; öldürülmeye kalkışılırsa üreyerek çoğalırlar”
Sami Selçuk.
Ülkemizde yıllardır
yanlış zeminde tartışılan konular vardır. Söylem itibarıyla nüfusun kahir
ekseriyeti Müslüman’dır. Hatta yayınlanan rakamlara bakılırsa nüfusun %99,9’u Müslüman’dır.
Buna rağmen
ilke ve kurallarla ilgili düzenlemeler yapılırken toplumun kahir ekseriyetini
oluşturan Müslümanların akide ve ahlaki değerleri göz önünde bulundurulmaz.
Düzenlemeler
maalesef İslam hiçe sayılarak yapılır. Bunun örnekleri sayılamayacak derecede
fazladır.
Benim en
çok ilgilendiğim alan “maarif”tir. Bu alanda yapılan bütün düzenlemeler
maalesef daraltıcı ve bilgi edinme hakkını kısıtlayıcıdır.
Özellikle
hem eğitim hayatımızı hem de bütünüyle “aile”mizi bütünüyle bitirecek
düzenlemeler yapılmıştır. Meşhur İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanun diye
bilinen kanunlarla aile hayatını karartan, İslami değerleri yok eden
düzenlemelerdir.
Bu
düzenlemeler birey devlet ilişkisini hesaba katmadan yapılan düzenlemelerdir.
Dış
kaynaklı olup bireye ve topluma rağmen yapılmıştır.
Burada
sorulması gereken şudur.
Devlet
bireyin özgürlük alanına neden müdahale ediyor. Kaç yaşında evleneceğine neden
karar veriyor. Hangi alanda meslek edineceğine neden karar veriyor. Bilgi ve
beceri edinme hakkı neden kısıtlanıyor.
Bilindiği
üzere devlet bireylerin mutluluğunu ve emniyetini sağlamayı amaçlar deniliyor.
Devletin
amacı bu ise devlet bireyin özgürlüğünü nasıl kısıtlar.
Bence
İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı düzenlemelere benzer bütün tanzimler bu
bağlamda tartışılmalı ve topyekûn reddedilmelidir.
Böyle bir
reddiye yoksa felaket durdurulamaz, aile kavramı ortadan kalkar ve toplum
yokluğa sürüklenir.
Tarih bir
yönüyle toplumların mezarlığıdır. Mezarlığı da dolduran toplumlar oraya
adaletsizlikler ve ahlaksızlıklara kaynaklık teşkil eden ilkelere sahip
olanlardır.
Ben böyle
düşünüyorum. Yıllardır devlet birey ilişkisini anlamaya çalışıyorum. Tefekkür
etmenizi umuyorum. Yıllar önce devlet
birey ilişkisini şu şekilde tefekkür etmiştim.
“ Bilindiği üzere insanlık tarihi,
muhtelif cepheleriyle araştırılır ve değerlendirilir. İlk insanın çocuklarından
beri bir yönüyle tarih; “özgürlük” mücadelelerinden ibarettir. Çünkü yönetme
gücünü eline geçirmiş bulunanların ekseriyeti “özgürlük alanını tahdit” etmeye
yönelik kural ihdas ederler.
Kural ihdasında ileri sürülen gerekçeler
genel olarak toplumun topyekûn menfaati biçiminde olur. Kural ihdası özellikle
bireye (değer ve inanç) ve topluma rağmen olunca “özgürlük alanı”nda daralmaya
yol açar. Dolayısıyla kural ihdası “insan”ın
dinî inanç ve fıtratına aykırı ise birey-yönetim arasında “özgürlük” mücadelesi başlar.
Dolayısıyla dünyanın neresinde olunursa
olunsun insanlar, hem “birey” hem de
“grup” olarak inandıkları değerler
ve ilkeleri hayatlarının mihenk taşı yapmak, onlarla yaşamak (aile kurmak,
ticaret yapmak, geçinmek, eğitilmek, yeni bilgi ve becerileri kazanmak vs) ve
bu doğrultuda varlıklarını idame için fedakârlıklara katlanmışlar ve mücadele
etmişlerdir.
Kısaca
bireylerin bu fedakârlık ve mücadelesi özgürlüğü gerektiren her alanda
gerçekleşir. Özellikle hayatın gerektirdiği kişiliğini geliştirme hak ve
özgürlükleri konusunda mücadele daha fazla yaşanmıştır ve yaşanmaya devam
etmektedir.
Unutulmamalıdır
ki, insanın kendini (aile kurmak, ticaret yapmak,
geçinmek, eğitilmek, yeni bilgi ve becerileri kazanmak vs) geliştirme isteği, “şahsiyet
Hakları”nın manevi boyutlarından birisi olan “özgürlük” alanı ile ilgilidir.
Temel
anlayışımıza göre özgürlük bireyin, kendine ve başkalarına zarar vermemek
kaydıyla dilediği gibi tavır ve davranış sergileyebilmesidir.
Bahsi
geçen konularda karşılaşılan sorunlara “özgürlük” penceresinden bakılacak
olursa, organizasyonların işleticisi durumunda olan yönetim birimleri, hakların
kullanılabileceği ortamın sağlanmasından ve genişletilmesinden birinci derecede
sorumludur. Çünkü bir toplumda fertler her zaman kendi istekleriyle
organizasyonlarda yer almazlar.
Bireyler
doğmadan organizasyonlar mevcut olabilir dolayısıyla organizasyonlarda yer alma
bazen fertlerin istekleri dışında gerçekleşir.
Genel olarak ferdin isteği dışında yer
aldığı örgütlerin başında “Devlet” denilen teşkilat gelir.
Dolayısıyla istek ve arzuya bağlı
olmayan organizasyonların tamamının mensuplarına “adil” davranmaları insan hakları açısından temel bir
zorunluluktur. Bahsi geçen sebepten dolayı bilhassa “devlet” denilen
organizasyonun işleticileri olan kişi ve kurumlar, devleti oluşturan bireylerin
tamamının kendilerini -inanç ve değerlerine- uygun gerçekleştirmesine, elzem
olan ortamı sağlaması icap eder.
Bu
durum fertlerin “hak”larını “özgürce”
kullanabilmelerine bağlıdır.
Aslında bireylerin
kendilerini gerçekleştirme isteğinin “sorun” haline dönüştürüldüğü alanlar ya
devlet organizasyonunun tamamı ile ya da devletin oluşturduğu kurumlarla
ilgilidir. Maalesef, aile kurmak, ticaret yapmak, geçinmek, eğitilmek, yeni
bilgi ve becerileri kazanmak vs ile ilgili hak ve özgürlüklerinin
kısıtlanması, sınırlandırılması veya engellenmesi devlet adına hareket ettiğini
belirten kişi, kurum ve yapılarca gerçekleştirilmektedir.
Bundan dolayı genel olarak hak arayışı
ile ilgili mücadele “yönetme gücü”nü
elinde bulunduran “yapı” ile “birey” veya “gruplar” arasında meydana
gelmektedir.
Genelde
gücü elinde bulunduran ve “devlet” olarak adlandırılan kişi ve kurumlardan
oluşan yapı, “ülke” denilen topraklar üzerinde yaşayan herkesi biçimlendirme
hakkını kendinde görür. Özellikle yönetim gücünü elinde bulunduranlar oligarşik
özellikte ise bu biçimlendirme hakkı daha şiddetli bir şekilde ortaya çıkar.
Birey
–devlet ilişkilerinde insanı biçimlendirme isteği her konuda özellikle de yukarıda
belirtilen alanlarda daha fazla gündeme gelir. Hatta bu alanlarda daha fazla
gündemde tutulur ve âli menfaatler ileri sürülür.
Üzülerek belirtmeliyiz ki, egemen güçlerin
koyduğu kurallarla bireyin kendini gerçekleştirme özgürlüğünün kullanım alanını
daralttığı halde zaman zaman insan hakları savunucuları bile -belki farkında olmadan- onları bir
başka deyişle kural koymayı savunur durumda olabilmektedir.
Bilinmelidir ki, insanî olmayan
yönetimlerde “yönetme gücü”nü eline geçirmiş olanlar, sahip oldukları gücü
kaybetme korkusuyla fertlerin hak ve hürriyetlerini kısıtlamaktadır. Bu
yönetimler dilediği şekilde değer ve inançlarıyla özgür insanı yönetemeyecekleri
korkusuyla fertlerin, dolayısıyla toplumun haklarını kısıtlamayı, kendi
zihniyetlerinin geleceğini garanti altına almak açısından bir hak olarak
görmektedir.
Bütün şartlandırmalara rağmen, insanî
yönetimlerin egemen olduğu ülkelerde yöneticilerde “halka rağmen” hüküm koyma
cüreti olmadığından hak ve hürriyetlerinin ihlali daha azdır. Hak ihlalleri
görülse bile, hukukun üstünlüğü ve toplumun denetimi sebebiyle kısa zamanda
izale edilir ve sorumlular hakkında gereken hukukî işlemler yapılır.
İnsanî yönetimlerin olduğu ülkelerde
yöneticiler insanlarını “mutsuzluğa sürüklemekle değil aksine fertlerin,
toplumun huzur ve sükûn içinde oldukları hür ortamları sağlama ve fertlerin
önündeki bütün engelleri kaldırmakla övünür.
Birey-devlet
ilişkilerine insan hakları açısından bakıldığında, bireyin niteliklerini,
hayatiyetini ve mutluluğunu devam ettirebilecek şekilde değer ve inancıyla
uyumlu bir ortam ve ilkeler dizisi talebi insanîdir. Vazgeçilmez ve sınırsız olmalıdır.
Dolayısıyla
“İnsan yaşat ki, devlet yaşasın”
ilkesini benimseyenler bireyin özgürlüğünü daraltan her ilke ve kuralı
reddeder, hiçbir organizasyonun ilke ve kurallarıyla bu özgürlüğe gölge
etmesini kabul edemez ve savunamaz.
Yine İnsan hakları ve inanç bağlamında
özgürlük taleplerinin hareket noktası, gölgelerin reddidir. Çünkü özgürlük;
serbest davranabilmeyi, bir kayıt altında olmamayı ifade eder. Eğer fertlerin
hareket alanı kayıt altına alınırsa; yani hürriyetleri kısıtlanırsa “hakkın”
kullanılması mümkün olamaz.
Birey- devlet ilişkisine haklar ve
özgürlükler boyutuyla bakıldığında hangi organizasyon tarafından yapılırsa
yapılsın “tepeden inme” biçiminde gerçekleştirilen ve bireyin özgürlüğünü
kısıtlayan her türlü düzenleme reddedilmelidir, çünkü tepeden inme
düzenlemelerin bireyin kendini gerçekleştirme haklarının kısıtlanması veya yok
edilmesi anlamına geldiğini herkes bilir. Dolayısıyla, İslami ve insani hakların
savunucuları hakların sınırlandırılmasını beraberinde getiren her ilke, kural
ve uygulamanın karşısında durur.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. İnsan,
ancak hürriyet içinde hakkını -ne ad
altında olursa olsun, hiçbir engelle karşılaşmadan- kullanabildiği ortamlarda
fikrini, zihnini ve becerisini geliştirir ve onlarla mutlu bir şekilde
yaşayarak kendisinin ve içinde bulunduğu toplumun gelişmesine katkı
sağlayabilir.
Selam ve
Sabırla…