Yüzlerinin Akıyla(!) Çıktılar!...*
Veysi ERKEN Dr.
İntihap bitmiş herkes
büyük günü bekliyordu heyecanla. Ne de
olsa otuz yıllık hasret bitiyordu mefkûreciler için.
Dile kolay otuz yılda
ne değişmemişti ki. Bebekler büyümüş kimi gelin kimi güvey olmuştu. Cemiyetin beklentileri bile değişmişti. Zaten
kendileri de “her şey değişecek”
diyorlardı. Her şeyin değişeceğini değil de, her şeyin değiştiğini, ülkü ve
ilkelerin bittiğini bilenler zaten aralarında yoktu. Ama olsun aralarında
olmayanların bir kısmı da seviniyordu sözde mefkûrecilerin zaferine.
Beklenen büyük gün
Mayıs ayının başlangıcıydı.
Erkekçe tavırlarla
yemin edilecek, kutsal değerlerin nasıl muhafaza edildiği ve yaşandığı dünya âleme
gösterilecekti mefkûreci müntahiplerce. Bilhassa onların tepeleri değişti,
tepelerde mukim olanların mukaddes değerlerle pek akrabalıklarının olmadığını
söyleyenleri mahcup edeceklerdi.
Herkes o günü
bekliyordu.
Ve...
Nihayet o gün geldi,
çattı.
Saatler saatleri, dakikalar dakikaları,
saniyeler saniyeleri kovaladı beklenen an geldi ve sahnede bir hayalet. Sükût-u
hayale sebep olan bir hayalet. Seyirciler gördüklerine inanamıyor, inanmak
istemiyordu. Bu muydu bekledikleri an?
Hayır, ama
beklemedikleri gerçekleşmiş ve gönülleri inkisara uğramıştı.
Erkekçe tavır
bekleyenlerin sükût-u hayali büyük olmuştu. Sahnede gördüklerine
inanamıyorlardı. Hicap açılmış kel görünmüştü. Bunu nasıl izah edeceklerdi
etraflarını saran, onlara gönül veren milyonlara, özellikle tepe mukimlerinin
farklı kültüre sahip olduklarını ileri süren gerçek ülkü devlerine.
“Her şey değişecek” diyen garibanların imdadına zırvaları
tevil etme hastalığı yetişti bir anda. Ne de olsa müntahipler acemiydi ve
hatalarını telafi edeceklerdi. Bunun delili bir gün sonra merhum büyüklerinin
kabrinin başında okunan Fatihalardı onlara göre.
Evet, Fatihalar
okunmuştu ama geçmişte savunulan mukaddesatın ervahı için olduğunu garibanlar
anlayamadı.
Şaşkınlık ve tevil
hastalığı bütün vahametiyle devam ediyordu mefkûrecilerde. Her şey değişecek ve
her şey düzelecekti ne de olsa ser kâtip kendilerinden olacaktı. Ser kâtip her
şeyi usulüne uygun zamanı gelince düzeltecekti. Avunmalar hep bu şekilde
yapılıyor, gönüllerde meydana gelmeye başlayan çatlaklar bunlarla
kapatılıyordu.
Mefkûreciler ve
onlara güç vermek isteyen aveneler ser kâtip adayının tavrını merak
ediyorlardı. Erkekçe tavrı ne zaman ortaya koyacak ve varlığını
hissettirecekti. O konuşmuyor, susmayı tercih ediyordu zelzeleye tutulmuşlar
gibi.
Aradan günler geçti
ve beklenen izahat şifahi yapıldı ser kâtip adayı tarafından.
İzahat kısa ve
sarihti.
Ben ser kâtip
olmayacağım.
Ser kâtip şimal rüzgârından
nasibini fazlasıyla almış ve yürüyemeyecek derecede olan bir pir-i fani
olacaktı. O akil ve tecrübeliydi ser kâtip adayına göre.
Mefkûreciler ona
payanda olacaktı. Bunun aksini söyleyen maazallah davaya ihanet etmiş
sayılacaktı.
İnkisar ve şaşkınlık
ikinci sefer tecelli ediyordu otuz yılın hasretini çekenlerde. Ne oluyordu,
neden her şey değişmişti. Neden cemiyete vaat ettiklerinin tersi yapılıyordu.
Olanlara mana verilemiyordu.
Bereket imdatlarına
pir-i faninin hatunu yetişti ve ben onlarla oynamam dedi. Evet, mefkûrecileri
unutmamıştı yetmişlik hatun.
Her şey değişecek
diyenlerin ser kâtip adayı önce kükredi sonra biz değiştik, ne derseniz “ser”imiz üzeredir.
Değiştiğimizi ispat
edeceğiz.
İsterseniz katilleri,
hırsızları ve dahi ırz düşmanlarını affedeceğiz. Hatta suçsuz örtülü
kızlarımızı suçlu ilan edip onları affetmeyeceğiz. Bu size bir taahhüdümüzdür.
Değiştiğimizin ispatıdır.
Yetmişlik hatun ikna
oldu ve ser kâtipliğe beyi intihap edildi.
Böylece mefkûreci
olduğunu söyleyenlerin ekâbiri ser kâtip muavini oldu esamisi okunmayacak
şekilde.
Otuz yıllık hasretin
niranıyla tutuşanların gönlündeki çatlak büyüyor ve derinleşiyordu. Buna rağmen
zırvaları tevil onlar için bir ilaçtı. Onunla avunuyor ve huzur bulmaya
çalışıyorlardı. Ne de olsa “et”siz “hüküm”ün parçasıydılar.
Pir-i fani ve onun
baş muavini mutlu kıs kıs gülüyorlardı. Ne de olsa dolabın dümeni tekrar
ellerindeydi ve “birbirine karıştı
ablarla dolaplar, ablar galip gelince döndü dolaplar” misali her türlü
dolabı çevirebileceklerdi mefkûrecilerin sırtında.
Hayat akıp gidiyordu.
Mefkûreciler beklemeye alışıktı. Zira otuz yıl beklemişlerdi. Yine
bekleyeceklerdi her şey değişsin diye.
Pir-i fani ve Mutlu,
günahlarını unutturmak ve günahlarını mefkûrecilere yıkmak çabasındaydılar.
Son iki yılın günah,
yıkım ve zulüm küfesi mefkûrecilere yükletilecekti. Çünkü onlar yük taşımaya
alışıktı.
Mutlu bunun yolunun mefkûrecilerle
ahaliyi düşman etmekten geçtiğini biliyordu. Onun için allem kellem edip halkın
gözünde mefkûrecilerin itibarını sarsmak gerekiyordu.
Mutlunun ilk bulduğu
mazeret beyt’ul mal ile alakalıydı.
Beyt’ul mal tam takır
oluğu yaygarası çıkarılacak ve mağdurlar daha fazla mağdur edilecekti mefkûreciler
eliyle.
Mutlu matbuattaki
avenesi ve şerikleriyle beraber hemen bir tuzak kurup tatbikatına başladı.
Mutluya göre beyt’ül mal tamtakırdı. Mağdurların maaşı arttırılmamalıydı. Maaş
artışı hazine soyguncularının iradını azaltacaktı.
Mağdurlar ve ahali
buna çok kızdılar, nümayişler başladı.
Pir-i fani ve Mutlu
hemen ser kâtip muavinine müracaatla “âlî menfaatler” için mağdurların ve
ahalinin susturulmasının sağlanmasını istediler. Ne de olsa şerik idiler ve
buna ancak kendisi muvaffak olabilirdi.
Ser kâtip muavini
hemen büyük bir celadetle işe sarıldı. Ve âlî menfaatler uğrunda hareket
edilmesi gerektiğini ilan ederek mağdurların seslerini kısmalarını hatta
kesmelerini emretti.
İşte ikinci kalp
inkisarı bu şekilde geliyordu.
Mağdurluk arttırılsın
diye mi intihap edilmişlerdi? Bir mana verilemiyordu yapılan icraatlara. Sükût-u
hayal artıyordu buna rağmen zırvacılar devreye girerek her şeyin düzeleceğini
ileri sürüyorlardı.
Zaman hızla
ilerliyor, sükût-u hayale uğrayanlarda sabırsızlık artıyordu. Bu arada pir-i
fanide bir değişiklik oldu ve “...hiç
kimsenin hakkı yoktur” tiki tuttu. Zaten pir-i fani tikleriyle meşhurdu.
Mağdurlar ücret
peşinde koşarken Mutlu’ nun adamı cana okuyan boş durur mu?
Emir eri olduğu
şişman kedilerin arzu ve taleplerini kırmamak için tekaüt yaşını yüze çıkarmaya
karar verdi. Ne de olsa ukbada tekaütlük geçerliydi. Ve kimseye maaş
gerekmezdi.
Bu sath-ı mailde de mefkûrecilere
büyük işler düşüyordu.
Ser kâtip muavini
hemen duruma el koydu ve başta kendisini intihap edenler olmak üzere bütün
ahaliye rağmen ukbada tekaüdün gerçekleştirilmesine katkı sağladı hulus-u kalp
ile.
“Halka rağmen”ciler büyük bir zafer kazanmışlardı ser kâtip
muavini eliyle. Hem de zelzelenin tahribatının en kesif olduğu günlerde.
Halka rağmen
icraatının bir parçası olmuştu kuvva-ı milliyecilerin ser kâtibi ve şürekâsı. Artık hiç bir şey fark etmiyordu onlar
için. Onlar için ahali ancak öz yurdunda bir parya idi. Artık rantiyeciler için
her şey yapılabilirdi ne de olsa her şey değişecekti.
Pir-i fani ve şürekâsı
Mutlu zulme ara vermek istemiyorlardı efendilerinin emri mucibince. Hürmüz’ün
daha çok koca istemesi gibi daha çok zulüm istiyorlardı ve faturayı yine yeni
şeriklerine çıkaracaklardı.
Kur’an öğretme yasağı
yasağı getirilmeliydi ki, mefkûreciler ahalinin gözünden ebediyen silinsin. Ve
ruhlarda fırtınalar, gönüllerde zelzeleler koparan zulüm böyle gerçekleştirildi
ümit neslinin tepesinde oturanların marifetiyle.
Bu da yetmezdi mefkûrecilerin
hayalini bitirmek için.
Vakıflar yok
edilmeliydi, ocaklar söndürülmeliydi.
Ve katiller,
hırsızlar, ırz düşmanları, enkazcılar, banka soyguncuları, kısaca her türlü
pisliğe bulaşmış olanlar affedilmeliydi beyaz örtülü suçsuz meleklere nispetle.
“Çağrımız İslam’da dirilişedir” ilkesinden ve
hırsızlıkla, yolsuzlukla ve haksızlıkla mücadele ülküsünden vazgeçilip Despotik
Solun iskelesine yanaşıldığı ispat edilmeliydi ser kâtip muavini marifetiyle.
Evet, tepedeki
mukimler bütün ilkelerden ve ülkülerden uzaklaşıldığını göstererek son af
icraatlarından da yüzlerinin akıyla (!)çıkmışlardı bu hengâmeden mefkûrecilerin
sükût-u hayaliyle. ........... ............. ............... ........ ............
Neticeten Cenab
Şehabeddin “zavallı koyun sürüsü hem çobanını,
hem çoban köpeğini, hem kurdu, hem de sahibini besler” diyerek mefkûrecileri
ve mefkûrecilerin tepesinde icra-i sanat eyleyenleri tasvir ediyordu ya...01.09.1999”
Selam ve Sabırla… 21.11.2024
Not. Bu yazı 1999 yılında yayınlandı. O günün şartları
düşünülerek okunmalıdır.