21 Kasım 2024 Perşembe

Yüzlerinin Akıyla(!) Çıktılar!...*

 Yüzlerinin Akıyla(!) Çıktılar!...*

Veysi ERKEN Dr.

İntihap bitmiş herkes büyük günü bekliyordu heyecanla.  Ne de olsa otuz yıllık hasret bitiyordu mefkûreciler için.

Dile kolay otuz yılda ne değişmemişti ki. Bebekler büyümüş kimi gelin kimi güvey olmuştu.  Cemiyetin beklentileri bile değişmişti. Zaten kendileri de “her şey değişecek” diyorlardı. Her şeyin değişeceğini değil de, her şeyin değiştiğini, ülkü ve ilkelerin bittiğini bilenler zaten aralarında yoktu. Ama olsun aralarında olmayanların bir kısmı da seviniyordu sözde mefkûrecilerin zaferine.

Beklenen büyük gün Mayıs ayının başlangıcıydı.

Erkekçe tavırlarla yemin edilecek, kutsal değerlerin nasıl muhafaza edildiği ve yaşandığı dünya âleme gösterilecekti mefkûreci müntahiplerce. Bilhassa onların tepeleri değişti, tepelerde mukim olanların mukaddes değerlerle pek akrabalıklarının olmadığını söyleyenleri mahcup edeceklerdi.

Herkes o günü bekliyordu.

Ve...

Nihayet o gün geldi, çattı.

 Saatler saatleri, dakikalar dakikaları, saniyeler saniyeleri kovaladı beklenen an geldi ve sahnede bir hayalet. Sükût-u hayale sebep olan bir hayalet. Seyirciler gördüklerine inanamıyor, inanmak istemiyordu. Bu muydu bekledikleri an?

Hayır, ama beklemedikleri gerçekleşmiş ve gönülleri inkisara uğramıştı.

Erkekçe tavır bekleyenlerin sükût-u hayali büyük olmuştu. Sahnede gördüklerine inanamıyorlardı. Hicap açılmış kel görünmüştü. Bunu nasıl izah edeceklerdi etraflarını saran, onlara gönül veren milyonlara, özellikle tepe mukimlerinin farklı kültüre sahip olduklarını ileri süren gerçek ülkü devlerine.

“Her şey değişecek” diyen garibanların imdadına zırvaları tevil etme hastalığı yetişti bir anda. Ne de olsa müntahipler acemiydi ve hatalarını telafi edeceklerdi. Bunun delili bir gün sonra merhum büyüklerinin kabrinin başında okunan Fatihalardı onlara göre.

Evet, Fatihalar okunmuştu ama geçmişte savunulan mukaddesatın ervahı için olduğunu garibanlar anlayamadı.

Şaşkınlık ve tevil hastalığı bütün vahametiyle devam ediyordu mefkûrecilerde. Her şey değişecek ve her şey düzelecekti ne de olsa ser kâtip kendilerinden olacaktı. Ser kâtip her şeyi usulüne uygun zamanı gelince düzeltecekti. Avunmalar hep bu şekilde yapılıyor, gönüllerde meydana gelmeye başlayan çatlaklar bunlarla kapatılıyordu.

Mefkûreciler ve onlara güç vermek isteyen aveneler ser kâtip adayının tavrını merak ediyorlardı. Erkekçe tavrı ne zaman ortaya koyacak ve varlığını hissettirecekti. O konuşmuyor, susmayı tercih ediyordu zelzeleye tutulmuşlar gibi.

Aradan günler geçti ve beklenen izahat şifahi yapıldı ser kâtip adayı tarafından.

İzahat kısa ve sarihti.

Ben ser kâtip olmayacağım.

Ser kâtip şimal rüzgârından nasibini fazlasıyla almış ve yürüyemeyecek derecede olan bir pir-i fani olacaktı. O akil ve tecrübeliydi ser kâtip adayına göre.

Mefkûreciler ona payanda olacaktı. Bunun aksini söyleyen maazallah davaya ihanet etmiş sayılacaktı.

İnkisar ve şaşkınlık ikinci sefer tecelli ediyordu otuz yılın hasretini çekenlerde. Ne oluyordu, neden her şey değişmişti. Neden cemiyete vaat ettiklerinin tersi yapılıyordu. Olanlara mana verilemiyordu.

Bereket imdatlarına pir-i faninin hatunu yetişti ve ben onlarla oynamam dedi. Evet, mefkûrecileri unutmamıştı yetmişlik hatun.

Her şey değişecek diyenlerin ser kâtip adayı önce kükredi sonra biz değiştik, ne derseniz “ser”imiz üzeredir.

Değiştiğimizi ispat edeceğiz.

İsterseniz katilleri, hırsızları ve dahi ırz düşmanlarını affedeceğiz. Hatta suçsuz örtülü kızlarımızı suçlu ilan edip onları affetmeyeceğiz. Bu size bir taahhüdümüzdür. Değiştiğimizin ispatıdır.

Yetmişlik hatun ikna oldu ve ser kâtipliğe beyi intihap edildi.

Böylece mefkûreci olduğunu söyleyenlerin ekâbiri ser kâtip muavini oldu esamisi okunmayacak şekilde.

Otuz yıllık hasretin niranıyla tutuşanların gönlündeki çatlak büyüyor ve derinleşiyordu. Buna rağmen zırvaları tevil onlar için bir ilaçtı. Onunla avunuyor ve huzur bulmaya çalışıyorlardı. Ne de olsa “et”siz “hüküm”ün parçasıydılar.

Pir-i fani ve onun baş muavini mutlu kıs kıs gülüyorlardı. Ne de olsa dolabın dümeni tekrar ellerindeydi ve “birbirine karıştı ablarla dolaplar, ablar galip gelince döndü dolaplar” misali her türlü dolabı çevirebileceklerdi mefkûrecilerin sırtında.

Hayat akıp gidiyordu. Mefkûreciler beklemeye alışıktı. Zira otuz yıl beklemişlerdi. Yine bekleyeceklerdi her şey değişsin diye.

Pir-i fani ve Mutlu, günahlarını unutturmak ve günahlarını mefkûrecilere yıkmak çabasındaydılar.

Son iki yılın günah, yıkım ve zulüm küfesi mefkûrecilere yükletilecekti. Çünkü onlar yük taşımaya alışıktı.

Mutlu bunun yolunun mefkûrecilerle ahaliyi düşman etmekten geçtiğini biliyordu. Onun için allem kellem edip halkın gözünde mefkûrecilerin itibarını sarsmak gerekiyordu.

Mutlunun ilk bulduğu mazeret beyt’ul mal ile alakalıydı.

Beyt’ul mal tam takır oluğu yaygarası çıkarılacak ve mağdurlar daha fazla mağdur edilecekti mefkûreciler eliyle.

Mutlu matbuattaki avenesi ve şerikleriyle beraber hemen bir tuzak kurup tatbikatına başladı. Mutluya göre beyt’ül mal tamtakırdı. Mağdurların maaşı arttırılmamalıydı. Maaş artışı hazine soyguncularının iradını azaltacaktı.

Mağdurlar ve ahali buna çok kızdılar, nümayişler başladı.

Pir-i fani ve Mutlu hemen ser kâtip muavinine müracaatla “âlî menfaatler” için mağdurların ve ahalinin susturulmasının sağlanmasını istediler. Ne de olsa şerik idiler ve buna ancak kendisi muvaffak olabilirdi.

Ser kâtip muavini hemen büyük bir celadetle işe sarıldı. Ve âlî menfaatler uğrunda hareket edilmesi gerektiğini ilan ederek mağdurların seslerini kısmalarını hatta kesmelerini emretti.

İşte ikinci kalp inkisarı bu şekilde geliyordu.

Mağdurluk arttırılsın diye mi intihap edilmişlerdi? Bir mana verilemiyordu yapılan icraatlara. Sükût-u hayal artıyordu buna rağmen zırvacılar devreye girerek her şeyin düzeleceğini ileri sürüyorlardı.

Zaman hızla ilerliyor, sükût-u hayale uğrayanlarda sabırsızlık artıyordu. Bu arada pir-i fanide bir değişiklik oldu ve “...hiç kimsenin hakkı yoktur” tiki tuttu. Zaten pir-i fani tikleriyle meşhurdu.

Mağdurlar ücret peşinde koşarken Mutlu’ nun adamı cana okuyan boş durur mu?

Emir eri olduğu şişman kedilerin arzu ve taleplerini kırmamak için tekaüt yaşını yüze çıkarmaya karar verdi. Ne de olsa ukbada tekaütlük geçerliydi. Ve kimseye maaş gerekmezdi.

Bu sath-ı mailde de mefkûrecilere büyük işler düşüyordu.

Ser kâtip muavini hemen duruma el koydu ve başta kendisini intihap edenler olmak üzere bütün ahaliye rağmen ukbada tekaüdün gerçekleştirilmesine katkı sağladı hulus-u kalp ile.

“Halka rağmen”ciler büyük bir zafer kazanmışlardı ser kâtip muavini eliyle. Hem de zelzelenin tahribatının en kesif olduğu günlerde.

Halka rağmen icraatının bir parçası olmuştu kuvva-ı milliyecilerin ser kâtibi ve şürekâsı.    Artık hiç bir şey fark etmiyordu onlar için. Onlar için ahali ancak öz yurdunda bir parya idi. Artık rantiyeciler için her şey yapılabilirdi ne de olsa her şey değişecekti.

Pir-i fani ve şürekâsı Mutlu zulme ara vermek istemiyorlardı efendilerinin emri mucibince. Hürmüz’ün daha çok koca istemesi gibi daha çok zulüm istiyorlardı ve faturayı yine yeni şeriklerine çıkaracaklardı.

Kur’an öğretme yasağı yasağı getirilmeliydi ki, mefkûreciler ahalinin gözünden ebediyen silinsin. Ve ruhlarda fırtınalar, gönüllerde zelzeleler koparan zulüm böyle gerçekleştirildi ümit neslinin tepesinde oturanların marifetiyle.

Bu da yetmezdi mefkûrecilerin hayalini bitirmek için.

Vakıflar yok edilmeliydi, ocaklar söndürülmeliydi.

Ve katiller, hırsızlar, ırz düşmanları, enkazcılar, banka soyguncuları, kısaca her türlü pisliğe bulaşmış olanlar affedilmeliydi beyaz örtülü suçsuz meleklere nispetle.

“Çağrımız İslam’da dirilişedir” ilkesinden ve hırsızlıkla, yolsuzlukla ve haksızlıkla mücadele ülküsünden vazgeçilip Despotik Solun iskelesine yanaşıldığı ispat edilmeliydi ser kâtip muavini marifetiyle.

Evet, tepedeki mukimler bütün ilkelerden ve ülkülerden uzaklaşıldığını göstererek son af icraatlarından da yüzlerinin akıyla (!)çıkmışlardı bu hengâmeden mefkûrecilerin sükût-u hayaliyle. ........... .............  ............... ........  ............

Neticeten Cenab Şehabeddin “zavallı koyun sürüsü hem çobanını, hem çoban köpeğini, hem kurdu, hem de sahibini besler” diyerek mefkûrecileri ve mefkûrecilerin tepesinde icra-i sanat eyleyenleri tasvir ediyordu ya...01.09.1999”

Selam ve Sabırla… 21.11.2024

Not. Bu yazı 1999 yılında yayınlandı. O günün şartları düşünülerek okunmalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu Yazı Hakkında Ne Düşünüyorsunuz?