DEVLET ANLAYIŞLARI, SEÇKİNCİ BAKIŞ VE MUHALİF DURUŞ
VEYSİ ERKEN
“İnsanlar var ki güçlü iktidarlara
hayrandırlar; disiplini ve ordularda görülen, amiri ve memuru belli olan düzeni
severler. Yeni kurulan şehir semtleri, sıraları dosdoğru ve cepheleri hep aynı
olan evleriyle onların zevklerine uygundur. Müzik bandoları, formaları,
gösterileri, resmigeçitleri ve bunlar gibi hayatı ‘güzelleştiren’
ve ‘kolaylaştıran’ şeyleri beğenirler. Bilhassa
her şey ‘kanuna uygun’ olsun isterler. Bunlar tebaa ( itaat edenler) zihniyetli insanlardır ve tabi
olmayı (uymayı); emniyeti, intizamı, teşkilatı, amirlerince medh edilmeyi,
onların gözüne girmeyi severler. Onlar şerefli, sakin, sadık ve hatta dürüst
vatandaşlardır. Tebaa (itaat edenler) iktidarı, iktidar
da Tebaayı (itaat edenleri) sever. Onlar beraberdir, bir bütünün parçaları
gibi. Otorite yoksa bile tebaa(itaat edenler) onu icat eder.
Öbür tarafta mutsuz, lanetlenmiş veya
lanetli ve daima gayrı memnun bir insan grubu vardır. Bunlar hep yeni bir şey
isterler; ekmek yerine hürriyetten, intizam ve
barış yerine daha ziyade insanın şahsiyetinden bahsederler.
Geçimlerini hükümdara (iktidardakiler- yönetimler) borçlu olduklarını kabul
etmeyip; bilakis hükümdarı da (iktidardakiler- yönetimler) kendilerinin
beslediklerini iddia ederler. Bu daimi itizalciler
(karşı çıkanlar) umumiyetle iktidarı sevmezler, iktidar da onları sevmez. Tebaa (itaat edenler), insanlara, otoritelere, putlara; hürriyetçiler ve
isyancılar ise tek bir Tanrı’ya taparlar. Putperestlik köleliğe ve boyun
eğmeye nasıl engel teşkil etmiyorsa, hakiki din de hürriyete mani değildir.
Bu iki gruptan hangisine mensup
olduğunuza kendiniz karar verin.
ALİJA ALİ
İZZETBEGOVİÇ, Balcı, M. – Sönmez, G. Temel Belgelerle İnsan Hakları, Danışman
Yay., İstanbul 2001.”
Hepimizin standart insanlar olmamız
tercih
ediliyor-aynı biçimde düşünmek, aynı
biçimde
hareket etmek, aynı biçimde yaşamak
ve
aynı şeye inanmak. Oysa özgür düşünme bir
seçenek
değil, bir haktır. Seçim yapmak cesaret
ve
enerji gerektirir. Güçlü ve bağlayıcı bir
seçim
yaptığınızda, hedefinize odaklanırsınız.
Hayatta
bir şeyi başaran herhangi birinin
birçok
seçeneği vardır, ama bunlardan sadece
birisi
başarmak istediği şeydir.
Pat
MESİTİ
Her sarsıntı toplumu oluşturan bireylerin
zihnindeki tasavvurları farklılaştırır. 28 Şubat post-modern darbesi bireylerin
oluşturduğu gruplarda ve toplumun bütününde sarsıntı meydana getirmiş ve bunun
akabinde bireyler zihinlerindeki “tasavvurları”
sorgulamaya başlamışlardır.
Özellikle post-modern darbeden sonra en
çok sorgulanan tasavvurların başında devlet anlayışı, lider ve önderlerin
tutumu ve muhalif duruşlardır.
Çok partili seçimlerden sonra ülkemizde
dört büyük darbe olmuştur. Bu darbelerin bir kısmı toplumun bütün kesimlerini
sarsmamış ve gruplar darbecilerin kendilerine biçtikleri role göre
konumlanmışlardır. 60’ darbesinden sonra demokrat partili kesim hüzünlenirken
oligarşik bürokrasi ve onları kışkırtan kesimler sevinmişlerdir.
71 muhtırası kendini sol olarak gören
kesimi hedeflemiş ve milliyetçi kesim sessizliğe gömülmüştür. 80 darbesi “sol” kesimle birlikte “milliyetçi”
kesim de hedef seçilmiş ve bu gruplarda büyük hüsran yaşanmıştır.
Milliyetçi kesimin hüsranı kendilerini
devletin yardımcıları olarak görmelerindendi. Darbecilerin milliyetçilerle
ilgili temel görüşleri ise “onlar
kendilerini devlet yerine koydular” şeklinde idi.
28 Şubat post-modern darbesine gelince...
Bu darbe toplumun temel değer yargılarına yönelik olduğundan bütün kesimleri
etkilemiştir. Özellikle kendilerini
“devletin sadık teb’aları olarak gören dindar”ları etkilemiştir.
Her sarsılış bir uyanıştır.
Esasında
“Muhalif Duruş”un ne
olduğunun anlaşılması “devlet”
telakkilerinin anlaşılmasına bağlıdır. Çünkü bugün üzerinde duracağımız konu
itibarıyla muhalif duruş devlet otoritesini elinde bulunduranlara karşı
gerçekleştirilir.
Bu girişten sonra “toplumun bütününü ilgilendiren kararları alan, herkesi bağlayan
kuralları koyan, alınan bu kararları ve konulmuş kuralları, son aşamada fizikî
güç de kullanarak uygulamaya aktaran en yüksek seviyedeki siyasal iktidarın
kurumsal düzeyde somutlaşmış şekli (Dursun,s.55)” ve ülkedeki en büyük siyasal ve toplumsal
örgüt olan “devlet”le ilgili anlayışların tarihi süreç içindeki değişimleri
üzerinde durmak istiyorum.
Tarihi süreç içinde devlet ve devlet
mekanizmalarını sahiplenenlerle ilgili anlayışlar üç grupta toplanabilir.
Birincisi KUTSAL
DEVLET
On dokuzuncu asrın başlarına kadar belirgin
bir şekilde hâkim olan devlet anlayışıdır. Bu anlayışın etkileri dünyanın
muhtelif yerlerinde devam etmekle birlikte tesiri azalmıştır.
Bu anlayışa göre “devlet” anlamı gereği referanslarını metafizik olan “mitolojik” veya “kutsal”dan alır. Dolayısıyla devletin meşruluğu kutsal oluşundan
kaynaklanır.
Bu anlayışta “devlet” ve “devlet
mekanizmalarını” sahiplenenler adeta bir referans (mitolojik-kutsal)
noktasında örtüşmüşlerdir.
Bu anlayışa göre
her şeyin, otorite(kral-Padişah) ve ondan kaynaklanan kararların “kutsal” bir anlamı vardır. Kral veya padişah ya
tanrının kanını taşıyan kutsal bir varlık ya da tanrının yeryüzündeki
gölgesidir. Devlet adeta dokunulamaz ve erişilemezdir.
Devlet adına alınan kararlar “yüksek” bir
“merci”den kaynaklandığı için “otorite(kral-padişah)”nin kararları
tartışılmazdır.
Kutsal devlet anlayışı papalık, Anglikan
kilisesi ve bireysel hak ve özgürlüklerin kabul görmediği yerlerde devam
etmektedir.
Bu anlayışta devlet-birey ilişkilerinde
birey yoktur. Bireyler sadece itaat etmek ve alınan kararları yerine getirmekle
yükümlüdür.
Bu anlayışta devleti yönetenler seçkin ve
seçilmişlerdir. Seçkin ve seçilmiş zümre imtiyazını kaybetmek istemez. Aslında “seçkinler
grubunun görüşleri, onların sosyal varlığının bir ürünüdür. Seçkinler,
kurdukları ya da üyesi bulundukları örgütleri ve bu örgütlerde geçerli olan
değerleri ‘insanlığın en yüksek çıkarlarına uygun' görürler. Seçkinlerin insan
tabiatı üzerindeki görüşleri, böyle bir faraziyeye imkân verir. Onlar, kendi
sistemlerini tehdit eden veya şüpheyle karşılayan her fikre ve fikir sistemine
karşı çıkarlar. S. Koçak, Beyinin Hürriyeti, s.57.”
Yönetenlerin kutsandığı bu anlayışta “muhalif duruş”u sergilemek “bedel”i gerektirir. Bedel ödeyenler de
çok olmuştur.
Kutsal devlet anlayışı tarihi süreç içinde
muhalif duruşlarla esnetilmiş ve bazı yerlerde yerini “ulus devlet”e terk etmiştir. Denilebilir ki, kutsalın yerine “millet” kutsanmaya başlanmıştır. Böylece
ikinci devlet anlayışı ortaya çıkmış ve hızlı bir şekilde kıtalara yayılmıştır.
MİLLİ
DEVLET olarak adlandırılan bu anlayışta, devletin amaç ve işlevleri “dünyevî”leşmiş, halk “tebaa”
yerine “yurttaş” olarak
nitelendirilmeye başlanmıştır.
Milli devlet anlayışında bireyin aidiyeti
sınırları açıkça belirlenmiş toprak(ülke) ve bu toprak üzerinde kurulmuş
siyasal otorite (devlet)ye bağlı kabul edilmiştir. Milli devlet anlayışında
devlet(siyasal otorite) meşruiyetini milletten alır. “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ifadesi bunun göstergesidir.
Milli devlet anlayışında “devlet”e yüklenilen görev ve vazifeler
gereği toplumun zapt u rapt altında bulundurulması icap etmiş ve bunun ancak hâkimiyetin
kurumlara devri ile mümkün olacağı görüşü hâkim kılınmıştır.
Böylece hâkimiyetin kurumlara devri neticesinde kurumlar ve kurumları eline
geçirmiş olanlar kendilerini "Kutsal”ın
yerine ikame etmiştir.
Milli devlet anlayışında kendilerini
kutsalın yerine ikame edenlerin en çok kullandıkları argüman “devletin âli Menfaatleri”dir. Bu
kavramın arkasına sığınılarak oligarşik zümre tıpkı kutsal devlet anlayışında
olduğu gibi zorba uygulamalarını sürdürmüştür.
Özellikle teknolojinin getirdiği imkânları
iyi kullanan tepeden inmeci zümre bu anlayışta bireyi daha fazla ezdiği
söylenebilir.
Milli devlet anlayışının ülkemizdeki
uygulamalarına bakıldığında “devlet”in
konumu karşısında “birey”in veya “toplum”un haklarından –kâğıt üzerinde
olsa bile- bahsetmek zordur. İttihatçı geleneğin devamı olan bu anlayışta “halka rağmen halk için” düsturu hâkim
kılınmış ve siyasal otoriteyi eline geçirmiş olan kendilerini “devlet” olarak görmeye devam
etmişlerdir.
Milli devlet anlayışında bireye karşı
devletin korunması esas alınarak kurul ile kurumlara ve kurumları işletenlere
dokunulmazlık zırhı giydirilmiştir Kurumları işletenlerin dokunulmazlıkları ve
imtiyazları görevleri sona erdikten sonra da devam eder.(Ayrılanlara Sayın
Bakanım, Müsteşarım, Genel Müdürüm hitabı bunun tipik örnekleridir.
Yönetilenler eskileri kutsamaya devam eder) Devlet babadır, istediğini sever, istediğini
dinler, istediğini döver. Anayasadaki “devletin milleti ve ülkesi......” ifadesi bunun bir göstergesidir.
Milli devlet anlayışı varlığını
sürdürmekle birlikte, teknoloji ve iletişimin gelişmesi ile ekonomi ve ulaşım
sistemlerinin birbirine daha çok bağımlı hale gelmesi sosyal değişimi ve
“devlet”e bakışı etkilemiştir.
Sosyal hayattaki değişim beraberinde “mikro” ve “makro” gruplaşmaları getirmekte ve “Devlet”e yüklenilen anlam ve işlevler de değişmektedir.
Artık devletin anlam ve işlevleri gereği
sadece organizatörlük olduğu anlayışı yaygınlaşmaktadır.
Üçüncü devlet anlayışı olarak ifade
edebileceğimiz ORGANİZATÖR DEVLET
yaklaşımının tehlikeli yönü “global
köyün efendilerinin hâkimiyetini beraberinde getirme istidadıdır”. Bu
anlayışta devleti yönetenlerin rolleri global köyün efendilerine ait şirketler
tarafından belirlenmekte ve adeta “şirket
devlet”lere bir gidiş gözlemlenmektedir.
Bu anlayışta “şirketler ve onların
sahipleri, devletleri doğrudan yönetmezler. Parlamento üyelerini seçim
kampanyalarında aracı-lobici şirketlerle desteklerler. Ne ki, devlet
yönetiminin alacağı temel kararlar ve devlet başkanları, dışişleri bakanları,
savunma bakanlarını, istihbarat örgütlerini yönetmek için devlet
yönetimleriyle, devlet kurumlarıyla özel bir mekanizma içinde buluşur kapital
sahipleri. Bu özgün örgüt ne bir dinsel tarikattır, ne de küçük bir grubun oluşturduğu
çetedir. M. Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında, s.413”
Organizatör devlet anlayışında “efendiler(!)” BM ve AB gibi
kuruluşları aracı olarak görür.
Birleşmiş milletlere bağlı kuruluşların
veya Avrupa birliğinin marifetiyle gerçekleştirilen değişimler bunun birer
göstergesidir. Hatta Avrupa birliğine
girersek hâkimiyetimiz bitecek diyen bakan bunu itiraf etmiş durumdadır.
SEÇKİNCİ ANLAYIŞ
“Bugün
insanoğlunun acil ihtiyacı
İnsanlığımızı
gitgide elimizden alan devlet adlı bu kahir
otoriteye
–bugün olduğu gibi- neredeyse dini bir
coşkuyla
bağlanmak değil; tam aksine ona şüpheyle
bakmak,
onu hayatımızdan mümkün olduğunca
çıkarmak,
onun arkasına sığınıp bize Tanrılık
taslayanlara
meydan okumaktır.”
Mustafa ERDOĞAN merdogan@tercumangazete.com
Yukarıda izah etmeye çalıştığımız
anlayışların “ortak payda”sı
devletin bir düzeninin ve bu düzen içinde yöneten ve yönetilenlerin olmasıdır.
Dolayısıyla muhalif duruşun ancak “ortak payda”ya karşı olan duruşla anlamlandırılabilir
ve anlaşılabilir. Ortak payda ülkenin en büyük siyasal ve toplumsal örgütü olan
devlette seçkin(!) grup ile yönetilenlerin durumunun belirleyicisidir.
Unutulmamalıdır ki, bütün devlet
anlayışlarında düzenin kurallarını “güçlü”ler
belirlemişler ve belirlemeye devam etmektedir.
Kuralları kutsal devletlerde kral, milli
devletlerde siyaset, ticaret, finans ve mafyadan oluşan derin aileler ve
bürokrasi, organizatör devletlerde ise patronlar ve bürokrasi belirler.
Bu gerçek yüzünden güçlüler bir başka
ifade ile yönetme gücünü elinde bulunduranlar genel olarak siyasal ve toplumsal
kararların alınmasında tek söz sahibi olmak isterler. Karar süreçlerine
yönetilenlerin katılımını istemezler.
Yönetme gücünü ve mekanizmalarını eline
geçirmiş olanlar toplumu oluşturan birey ve grupları güç merkezi olarak
görmekten kaçınırlar. Mümkünse güç merkezi olmak isteyenlerin istekleri devlet
mekanizmalarını sahiplenenler tarafından zorla bastırılma cihetine gidilir.
İşte MUHALİF DURUŞ bu seçkinci anlayışa karşı durmadır. Bir yerde “sınırlı devlet” talebidir.
Sınırlı devlet, hukuk yoluyla devlet mekanizmalarını
işletenlerin yönetme güçlerinin sınırlandırılması, yönetenlerin ve eylemlerinin
yönetilenlerce (birey-grup) denetlenebilmesi ve hesap sorulabilmesini ifade
eder.
Sınırlı devlet,
yönetenlerin la-yüs’elliğinin sonlandırılması ve dokunulmazlıklarının
sınırlandırılmasıdır. Sınırlı devlet yönetme gücünün terbiye edilmesidir;
kutsalla irtibatı koparmadan ve hiçbir kurum, kuruluş, zümre veya kişiyi
kutsamadan.
MUHALİF DURUŞ
Kendileri bizzat şiddete başvurmasalar bile,
şiddete maruz kalma riskini göze alabilen
toplulukların,
sonuçta politik mücadeleyi kazanma şansları vardır
Sivil
İtaatsizlik ve Pasif Direniş, s.14
Muhalif duruş insanın haysiyetinin ve
şerefinin yönetme gücünü elinde bulunduranlara karşı direnişinin ifadesidir.
Kutsal devlet anlayışından ulus devlete,
ulus devletten organizatör devlet anlayışına kadar bütün düzenlerde yönetme
gücünü eline geçirmiş ve mekanizmaları işletmiş olanların yönetilenleri hiçe
saydıkları, seçkinci yaklaşımlarıyla “yönetme
gücü”nü yönetilenlerle paylaşmaktan imtina ettikleri görülür.
Muhalif duruş bir tutuma, bir anlayışa,
bir görüşe, bir eyleme veya uygulamaya karşı olma ve durmayı ifade eder. Dolayısıyla muhalif duruş yönetme gücünü eline
geçirmiş seçkinci-oligarşik anlayışların eylem ve uygulamalarına karşı her
türlü direnişi tazammum eder.
Ebu Hanife’nin kendisini kadı olarak tayin
etmek isteyen yönetime itaat etmemesi ve zindanı tercih etmesi yönetenlerin
eylem ve uygulamalarına karşı muhalif duruşunu ifade eder. Bu duruş seçkinci
anlayışın “ben yaptım oldu”
anlayışına karşı bir direnç ve bir direniştir.
Muhalif duruş yanlış kararlara direniştir. Gandhi, tuz tekeli oluşturmak isteyen
İngilizlere karşı deniz suyunu buharlaştırarak muhalif duruş sergilemiş ve
İngiliz işgalcilerini dize getirmiştir. (Sivil İtaatsizlik ve Pasif Direniş,
s.33)
Muhalif duruş politikacıların haksız
kararlarına karşı çıkmadır. Tıpkı Thoreau’nın
politikacıların koyduğu vergiyi reddettiği gibi (Sivil İtaatsizlik ve Pasif
Direniş, s.10)
Muhalif duruş devletin mekanizmalarını
sahiplenenlerin insanın haysiyet ve şerefini hiçe sayan ve insanı insan
olmaktan çıkararak tek tipleştiren kararlarını boşa çıkarma direnişidir. Tek
tipleştirme kararları “devletin âli
menfaati” paravanı arkasında hep alınmış ve bunlara karşı direniş olmuştur.
Allah’a itaat edenler hep tek tipleştirme
kararlarına direnerek muhalif duruşlarını sergilediler. Onlar hep “önce itaat
ettik, sonra direnmeye karar verdik, sonra yapayalnız bırakıldık, hor görüldük,
çok görüldük, hem Müslümanlar, hem olmayanlar için sevimsiz ve çekilmez
bulunduk, ama hep taşıdık, hiç yorulmadık, mağlup ilan edildiğimiz gün bile,
gülüp geçtik.
Ne mağlubiyet mi? Biz kendimizden hiç
utanmadık, fikrimizi hiç saklamadık, hep saydam olduk beyefendi. Bütün bu
acıtıcı süreçlerden sonra kendi kendimizle baş başa kaldık, kendi gücümüzü
kendi bireysel dönüşümümüz için kullanmayı öğrendiğimiz bu yeni dönemlerde,
elbette sitemlerimiz olacaktır, bizi yasaklayanların yanı sıra yok farz eden
kendi mahallemize de...
Buna da ‘direniş
ve itaat’ değil, olsa olsa ‘İTAAT VE DİRENİŞ’ denebilir. Allah’a itaat
ettik ve diğer bütün tanrılık iddialarına direndik. Bu dün de böyleydi, bugün
de böyle ve yarın da böyle olacak, hiç şüpheniz olmasın... S. Eraslan, Fil
Yazıları, s.102” dediler.
Muhalif duruş insanlığın okuldaki,
sokaktaki, iş yerindeki, hapishanedeki formatlamaları reddidir. İlkokul
öğrencisinin yaka takmaması, önlük giymemesi bu reddin simgeleridir.
Muhalif duruş muttakiliktir. Muttaki
olmak her halükârda Hasan el- Basrî gibi zalim yöneticilerin ve kendi nefsinin
sultasına itaat etmeyerek toplumu etkilemektir M. Uyanık, İslam Siyaset
Felsefesinde Sivil İtaatsizlik, s.59)
Muhalif duruş tıpkı Sümeyyeler Yasirler ve
Ammarlar gibi bireyin hayatı pahasına inancından taviz vermemesi ve
vazgeçmemesidir.
Muhalif duruş Cennet Doğanay ve Sabina
Begüm gibi direnip zafer kazanmaktır. Bilindiği üzere Sabina Begüm cilbabı ile
okula girme hakkını tekrar elde etti.
Muhalif duruş, iyiliği emretmekten ve
kötülüğü sakındırmaktan kaçınmamaktır.
Muhalif duruş iyiden yana tarafını
belirlemedir. Tıpkı Hz. İbrahim’i ateşe atan nemruta karşı karıncanın tarafını
belirlediği gibi.
Muhalif duruş baş eğmemektir. Tıpkı
şairin dediği gibi:
“Ülkümüz göklerde dalgalanan bir sancak
Allah’ın huzurunda eğiliriz biz
ancak”
Muhalif duruş başkalarının hayat
tarzlarına tahammüldür.“Ya korkularımızla koyun koyuna yatıp, hiçbir şey
üretmeden kendimizle cedelleşmeye devam edeceğiz ya da birbirimize ve hayat
tarzlarımıza tahammül edip, prangaları sökerek geleceğe doğru dev bir adım
atacağız...”
Muhalif duruş özgürlük ve hak talebinden
vazgeçmemektir. Bilinmelidir ki,
“hürriyetten vazgeçmek, insanlık hakkından hatta vazifelerinden vazgeçmek
demektir. Her şeyden vazgeçen adam için tazmin ve telafi ihtimali yoktur. Bu
çeşit bir vazgeçme insanın tabiatıyla uzlaştırılamaz. İnsanın iradesinden her
türlü serbestliği almak, onun hareketlerinden her çeşit ahlâk düşüncesini kaldırmaktır.
J.J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, s.10)
Muhalif duruş bir kavme olan kinimizin veya
sevgimizin bizi adaletten ayırmamasıdır.
Kısaca muhalif duruş Şanar Yurdatapan,
Nurettin Şirin, Ahmet Kaya, Gandhi, Thoreau gibi kişinin konumunu, mevkiini,
şöhretini, özgürlüğünü kaybetme pahasına ilkelerinden taviz vermemesidir,
ahlakî direnişidir.
Netice olarak MUHALİF DURUŞ AHLÂKİ DİRENİŞTİR.
MUHALİF
DURUŞ NEDEN KİTLESELLEŞEMİYOR
Muhalif duruş ahlakî bir erdemlilik ve
zulme karşı bir direniş, bireyin kutsalıyla buluşması ve kutsallarına göre
yaşaması doğrultusunda bir eylem olduğu bilindiği halde neden toplumun geneline
yaygınlaşamıyor veya yaygınlaştırılamıyor.
Ülkemizle sınırlı kalmak kaydıyla
tecrübelerimiz ışığında bunun nedenlerini şu şekilde ortaya koyabiliriz:
Geçmişten günümüze kadar devletin mekanizmalarını ellerine geçirmiş olanların “devlet” kavramının kendilerinde
mündemiç olduğunu –dolaylı yollardan- ileri sürerek hem kendilerini hem de
kurumlarını kutsama ve halka karşı psikolojik baskı cihetine gitmeleri.
Konumlarını muhafaza ve müdafaa etmek
isteyen kutsal(!) seçkinci taife ellerinde veya baskı altına aldıkları kurum ve
kuruluşların marifetiyle hukukî olmayan kanunî mekanizmalarla baskılarını
yoğunlaştırmaları.
Kendilerini devlet olarak gören oligarşik
ailenin sürekli bir şekilde bürokrasi-medya-sermaye ve mafya unsurlarını
beraberce kullanmaları ve bu mekanizmalarla muhalif duruşun zayıflamasına yol
açmaları.
En önemlisi psikolojik ve kanunî yollarla
bireylerde güvensizlik, çaresizlik, umutsuzluk ve duyarsızlık duygularını
geliştirerek toplumda “yapılacak bir şey
yok” anlayışını yerleştirmeleridir.
Bilinen husus şudur ki, “yapılacak bir şey yok” diyen toplumlar
her şeyini kaybetmişlerdir.
Ve....
“Devlet
biziz” diyen seçkin ve bürokratik kesim kendi konumunu korumak, muhalif
duruşları etkisizleştirmek ve yok etmek için psikolojik baskılarında toplumda
var olan grup önder ve liderlerini araç olarak kullanmıştır ve kullanmaya devam
etmektedir.
Hatta kullanacakları önder ve lider
bulamazlarsa kendileri grup liderleri(!) tayin ederler.
Muhalif duruşun toplumun önder ve liderleri
marifetiyle nasıl etkisizleştirildiğini birkaç misal ile şu şekilde izah etmek
mümkündür.
Bilindiği üzere 80 darbesinden sonra
milliyetçi-ülkücü önder ve liderler “devlet-i
ebed müddet” diyerek devletin kutsallığına vurgu yapmışlardır. Bu
yaklaşımla “bizi ezse de devlet bizimdir” anlayışı yerleştirilerek kitle
pasifize edilmiş ve kendilerini devlet olarak ikame eden oligarşik yapının
ekmeğine yağ sürülmüştür.
Benzer telkin ve teskinler 28 Şubat
post-modern darbe sürecinde de önder ve liderler tarafından yapılmıştır.
Ordudan atılanlar için “onlar
inançlarından dolayı değil, disiplinsiz oldukları için atıldılar” diyen
büyük(!) önder ve lider kitlelerde hayal kırıklığı oluşturarak egemenlerin
varlığının pekişmesine katkı sağlamış ve muhalif duruşu örselemiştir.
Aynı zaman ve zemin kulvarında dinî(!)
hassasiyeti çok fazla olan sivil toplum önderlerinden birisi “başörtüsü furuattır” teranesiyle
muhalif duruşun zayıflamasına ve dinî hayatın çökmesine yol açmıştır.
Hele hele erkeklik iddiasıyla iktidar
ortağı olanların tutumu tam bir fecaattir. “Başörtüsü
sorunu sokakta değil mecliste çözülür diyerek, baştaki örtüyü mecliste çözen”
ülkücü önder ve liderler bununla yetinmeyerek her türlü zulme imza atarak
duyguları ve duyarlılıkları bitirmiş ve muhalif duruşu zayıflamasına katkı
sağlamışlardır.
Kısaca, muhalif duruşun
kitleselleşememesinin en önemli nedenlerinden birisi devleti kendilerinin malı
olarak addeden zihniyete toplumun önder ve liderliğini yapanların teşne
olmalarıdır.
NE YAPILABİLİR?
Ne yapılabilir sorusunun cevabı “kendini devlet olarak gören yapı”nın
ezberini bozmaktır. Bunun için kendilerini devlet olarak gören yapının zihin
kirliliğine yol açan medyalarının, kendilerini güçlü kılan ticari üretim ve
mallarının, hâkimiyetlerini pekiştiren sermayelerinin ve onlara hizmet eden
liderlerin boykot edilmesi gerekir.
Ve bilinmelidir ki, herkesi ve herkesimi “öteki”leştirerek ve toplumu;
Yeşil-kırmızı
Kürt-Türk
Çerkez-Abaza
Sünni-alevi diye ayrıştırıp birbirine
düşman ederek varlığını sürdüren oligarşik yapının oyunu ancak “biz” ve “öteki” demeyerek bozulabilir.
Hatırlanacağı üzere bu oyun İstanbul
Üniversitesinin önünde bozulmuş idi.
SONUÇ
İnsan hak ve özgürlüklerini savunanlar
kendilerini devlet ve devletin kutsalları olarak gören oligarşik yapının
oyununa düşüp “ben” ve “öteki”, “biz” ve “ötekiler” ayırımını yapmazlarsa zafere ulaşabilirler.
Bu bağlamda muhalif duruş sergileyen insan
hakları savunucularının tek düsturu olmalıdır. O da; zalime ve hak gaspçılarına
karşı haktan ve hukuktan yana olmalıdır.
Buna rağmen hiçbir şey yapamıyorum
diyenlere aşağıda anlatacağım fıkradaki papağanın duruşunu sergilemelerini
tavsiye ediyorum:
Nazilik ve Papağan
“Hitler’in iktidar yıllarında, Nazi
karşıtı bir papağan varmış.
Evin balkonunda, caddeden geçen insanlara
doğru ‘Kahrolsun Hitler, kahrolsun
Hitler’ diye bağırırmış.
Durumu gören SS subayları, papağanı
yakalayıp ‘mahkemeye’ çıkarmışlar.
Mahkeme, papağanın idamına karar verince,
dinleyiciler bölümünde oturan bir papaz, ‘Bir dakika hâkim bey’ demiş. ‘Sizden
bir ricam var, papağanı bir kereliğine affederek bana verin, ben onu gayet
dindar olan evdeki papağanıma arkadaş eder, uslandırırım. Artık sadece dua ve
meşgul olur. Eğer bir daha aynı suçu işlerse ben kendi elimle getirir size
teslim ederim.’
Hakim papazı kıramamış tabii, papaz da
papağanı alıp evine getirmiş.
Eline bir tespih vererek, ona çeşitli dua
ve zikirler öğretmeye başlamış. Aradan birkaç ay geçince SS subayları ‘bakalım
anti-faşist papağanımız ne âlemde, yine yaramazlık yapıyor mu acaba?’ diyerek
teftişe gelmişler.
Papazın evine giren subaylar bakmışlar ki,
papağan gayet vakar ve olgunluk içinde, elindeki tesbihle dualar mırıldanıyor.
Papağandaki bu ani değişikliye pek de aklı
yatmayan subaylardan biri ‘şuna bir yoklama çekelim de tepkisini ölçelim
bakalım’ diye düşünmüş.
Kafese doğru yaklaşarak ‘kahrolsun Hitler, kahrolsun Hitler’
diye bağırmış.
Bunun üzerine bir yandan tesbih çekmeye
devam eden papağan, bir yandan da başını öne arkaya sallayarak mırıldanıyormuş:
‘ÂMİN... ÂMİN...’”
Selam ve Sabırla...08.06.2005
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bu Yazı Hakkında Ne Düşünüyorsunuz?