14 Eylül 2022 Çarşamba

Darbeler ve Darbeciler Unutturulmamalıdır: M. Kazım Kara Bey’in bir hatırası

 Darbeler ve Darbeciler Unutturulmamalıdır: M. Kazım Kara Bey’in bir hatırası

Veysi Erken

Türkiye sultan Abdulaziz döneminden beri darbelerle hemhaldır. O tarihten beri bütün darbelerin darbecileri yerli, milli ve İslami olmayanlardan oluşmuştur.

Bu kadar darbeye muhatap oluşumuzun sebeplerinden birisi “unutma” hastalığıdır. Toplumun önderleri olması gerekenlerin hafızası maalesef yok hükmündedir.

Bilinmelidir ki, “unutmak pusudur” ve unutmak yeni darbelere zemin hazırlamaktadır.

Bu millet darbelerden ve darbecilerden hesap sormalıdır ki, yenilerine tevessül edilmesin.

Kanaatimize göre darbecilere mutlak olarak “idam cezası” verilmelidir ki, kökü kazınsın.

Bu konuda epey yazım vardır. Bir misal olsun diye http://veysierken.blogspot.com/2022/02/28-subat-feryadn-ve-zulmun-tavan-yaptg.html linkteki yazım okunabilir.

Neyse darbelerden mağdur olan herkese şunu tavsiye ediyorum. Yaşadıklarınızı yazınız ki, darbukatörler ve iltisaklıları deşifre olsun.

Sizi 12 Eylül zulüm dönemini yaşayan değerli dost ve partide mesai arkadaşlığı yaptığımız M. Kazım Kara beyin yaşadıkları ile baş başa bırakıyorum.

“12 Eylül 1980'den önce vatani görevimi yapmaktaydım.

Türkiye genelinde, çoğunluğu büyük şehirler olmak üzere günlük ortalama 20-25 kişinin öldürüldüğü bir terör süreci yaşanıyordu. Görev yeri olarak, kurada Osmaniye'yi çekmiştim.

Terör sebebiyle ortalama olarak günlük 3-4 kişinin öldüğü Adana'da görevlendirildik. Görev bölgesi de, Adana'da terör olaylarının had safhada olduğu; Çekirge, Akıncılar, Yavuzlar ve Özgür mahallesi idi.

Bu bölgede, günlük olarak bir kaç kişi öldürülüyordu. Bölgede, gece gündüz motorize olarak devriye görevi yürütüyorduk. Âdeta cenaze kaldırma görevi yapar hale gelmiştik.

Devriyede olduğum bir gün, seyir halinde iken, biraz ilerde bir hareketlenme olmuştu. Hemen o yere intikal ettik.

13-14 yaşlarında bir çocuk başından vurulmuş ve can çekişiyordu. Üzerine de THKP-C intikam aldı yazısı yazılı olan bir bez parçası konulmuştu.

Vurulan çocuk, genelde bölgeyi terk etmiş olan, sağ kesimden bir kişinin çocuğu imiş. O kişi de, son seçimlerde, zamanın iktidar partisi AP'den muhtar adayı olmuş. Aslında terör örgütleri onu öldürmeye çalışıyormuş.

O kişi de, anlaşılan gidiş gelişlerine dikkat eden, duyarlı birisi olmalı ki, kendisini vuramadıkları için intikam (!) adına henüz sabi cağında olan oğlunu infaz etmişlerdi. Çocuk kucağımda can verdi ve bu olaydan çok etkilenmiştim.

Görevim sırasında gösterdiğim gayret iki katına çıkmıştı. Çevreme karşı daha dikkatli hale gelmiştim. Bu gayretlerim sonucunda, Akıncılar'da bir hücre evini de ortaya çıkarmıştım. Artık canla başla gayret gösteriyordum.

Tam da, üstlerimden takdir beklerken, Bölük Komutanı şahsımı makamına çağırmış ve "Asteğmenim, senin çoluk çocuğun yok mu? sen geçicisin, biz muvazzafız. Bak, biz herhangi bir şey yapıyor muyuz? Bizim yetkimiz yok" deyince, büyük bir şaşkınlık içerisinde, akşamları Birlik'te nöbetçi olduğum günlerde er ve erbaşa anlattığım İç Hizmet Kanunu'nunda belirtilen tüm yetkileri Bölük Komutanına saymaya başladım, o da biraz kaşları çatık şekilde, hafif gülümseyerek, "ben bu yetkilerden söz etmiyorum, ben siyasi yetkiden bahsediyorum" deyince, donup kalmıştım.

Artık söylenecek bir söz kalmamıştı ve hemen selam vererek odadan ayrıldım. 12 Eylül yaklaşmıştı. 11 Eylül gecesi Tabur Komutanı, saat 10-11 gibi bütün subay astsubayı toplantıya çağırmıştı. Olağanüstü bir durum olduğu belli idi. Tabur komutanı hemen söze başladı ve "Şu andan itibaren Ordu idareye el koymuş bulunuyor,

Tugay Komutanımız Bölge Valisi, Adana Garnizon Komutanımız da Adana valisidir" deyince söz aldım ve "Asteğmenler de muhtar mı?" oldu diye müstehzi bir mukabelede bulunmuştum. Toplantıda herkesin görev yerleri belirlenmiş ve gece 3'te herkes tam teçhizat, araçlarla görev yerlerinde hazır bulunacaklardı.

Gündüz de sokağa çıkma yasağı olduğu için gün içerisinde, önceden belirlenmiş olan kişiler toplanmış ve terör bir günde bitirilmiş oldu. Vatani görev sürem azalmış ve askerlik dönüşü, kanuni hakkım olarak, burslu şekilde eğitim gördüğüm için de, mecburi hizmetim olan görev yaptığım kurumda göreve başlamak üzere dilekçe verdim.

Göreve başlatılmıyor ve bir açıklama da yapılmıyordu. Daha sonra fişlenmiş olduğumu anladım.

Hem nafakamı temin adına hem de darbe sebebiyle toplumun iletişim kanalları kapandığı için milletin gözü kulağı olabilmek adına, Avni Özgürel ve Emin Pazarcı ile birlikte haftalık bir gazete (Yeni Sözcü) çıkarmaya başladık. Dağıtımı da ulusal bir dağıtım firması yapıyordu. Çok kısa sürede tirajımız 30 bine çıkmıştı.

Ama Sıkıyönetim Savcılıklarınca önce İstanbul'da sonra İzmir'de yayın yasağı konulmuş ve gazete bayilerden toplatılmıştı. Ankara'da da yayın yasağı konulunca gazete kapanmış oldu. Sıkıyönetim mahkemelerince açılan davalar da devam ediyordu.

Hemen haftalık bir dergi çıkarmaya başladık (Yurda ve Dünyaya BAKIŞ). Yine tiraj patlaması olmuştu. Derginin sahibi ve yazı işleri müdürü de kendim olmuştum. Peş peşe davalar açılmaya başlamıştı. En sonunda dergi de kapatıldı ve Ankara Sıkıyönetim savcısı Nurettin Soyer'in başlattığı soruşturma kapsamında gözaltına alınmış ve tutuklanmak üzere de askeri mahkemeye sevk edilmiştim. Sorgu ve gözaltı sürecince çok ağır baskılara maruz kalmıştım. Ama "kafeste" maruz kaldığım baskı en ağırıydı. Sonra koğuşa gönderildim (Mamak Askeri Cezaevi, C3 blok, 1. Koğuş).

Aslında bu bloklar atlı birlikler için hara olarak yapılmış ve hiçbir tadilat da gerçekleştirilmeden içerisine ranzalar konulmuş ve zemin de topraktı. 

Bir ara cezaevine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden bir heyetin geldiğini duyduk. Gazeteci olduğum için heyetle görüşebilmek için çok çabaladım ama Savcılığın belirlediği kişilerle bir görüşme gerçekleştiğini işittik.

Şahsımı da, tutuklu olarak fazla tutmadılar. Yapılan duruşmada tahliyeme karar verilmişti. İhtilal Konseyi'nin meşhur 52 numaralı Bildirisine muhalefetten hapis cezası almıştım. Aynı celsede, aylık bir dergi çıkaran Bülent Ecevit de aynı cezayı almıştı. Hakkımda acılan üç ayrı dava devam ediyordu.

Kenan Evren'e hakaretten de, 23 ay 14 gün ceza almıştım. Sürekli Mamak'a gidip geliyor, hem kendi davalarımı takip ediyor ve hem de, gazeteci olarak, sıkıyönetim mahkemelerinde devam eden ibretlik davaları izliyordum.

Aynı arkadaşlarla bir haber ajansı da kurmuştuk. Kenan Evren'e hakaret iddiası ile aldığım hapis cezası Askeri Yargıtay'ın verdiği kararla düşmüştü. Cezayı veren Askeri Mahkemenin karardan sonra süre konusunda yapmış olduğu gecikmeden dolayı dava usul olarak düşmüştü. 

1983 yılı Ocak ayında Selçuk Üniversitesi'nde Araştırma Görevlisi olarak göreve başlamıştım. Ancak daha önce sözünü ettiğim cezanın infazı için aranıyordum. Doktora için Ankara'ya da gidip geliyordum. Otobüsün en arkasında ve köşede bilet alıyor ve yolda giydiğim pejmürde kıyafetlerle de kamufle oluyordum. Bir taraftan da tutuklu kaldığım süreyi aldığım cezaya saydırmak adına uğraşıyordum. Sonunda infaz konusunda bulduğum bir içtihad kararını Savcılığa ibraz etmiş, askeri davalarda bir ilki de başarmıştım. Artık bütün davalardan kurtulmuş oldum.

 Maalesef Türkiye darbelerden ve bunların sebep olduğu davalardan kurtulamıyor. Bundan önce de 28 Şubat Post modern darbesinde yaşadıklarımı yazmıştım. Şahsen hep kendime düşeni yapıyorum, ama çoğu kimse hala böyle durumlarda hiç bir şey yapmıyor. Ama elin adamı da boş durmuyor, vesselâm. 12 Eylül 2022”

Selam ve Sabırla…

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu Yazı Hakkında Ne Düşünüyorsunuz?