31 Temmuz 2013 Çarşamba

ÜNİVERSİTE HOCALARININ MAAŞ SORUNU NE ZAMAN ÇÖZÜLECEK?



ÜNİVERSİTE HOCALARININ MAAŞ SORUNU NE ZAMAN ÇÖZÜLECEK?



Veysi ERKEN



            Ülkemizin karmaşık bir zaman diliminde sizlerle akademik personele yaşatılan perişanlığı gözler önüne seren bir talebi paylaşacağım.  Türkiye Kamu Sen ve Türk Eğitim Sen İstanbul İl Başkanı Yrd. Doç. Dr. M. Hanefi Bostan beyin kaleme aldığı talep umarım ki, sizleri rahatsız eder ve memurlarla ilgili yapılacak toplu sözleşme görüşmelerinde dikkate alınması için vekillere, yetkililere ve kamuoyuna duyurursunuz. İşte O açıklama:

“Üniversitelerin en hayatî sorunlarının başında üniversitelerdeki akademik ve idari personelin ücret sorunu gelmektedir. Eşit İşe Eşit Ücret düzenlemesiyle Üniversite Hocaları üç yıldan beri büyük bir mağduriyet yaşamaktadır. Üniversitelerin yıllardan beri içten içe kanayan bu derin yarasına el atmak ve tedavi etmek konusunda şimdiye kadar laf dışında hiçbir şey yapılmadı. Başbakandan Maliye Bakanına ve YÖK Başkanına kadar herkes öğretim elemanlarına reva görülen maaş zulmünün ortadan kaldırılacağını dillendirmekte ancak bugüne kadar bir sonuç alınamamıştır. Ülkemiz ve milletimiz adına büyük bir ayıp ve utançtan başka bir şey olmayan bu vebalin çok fazla suçlusu bulunmakta olduğunu açıkça söylemek dürüstlük gereğidir.

İlk olarak belirtilmesi gereken husus, bu konudaki en büyük vebalin 12 yıldan beri geçmiş hükümetler gibi, aynı ilgisiz ve vurdumduymaz politikayı sürdüren bugünkü Hükümet’te olduğudur. Nitekim 666 sayılı KHK ile getirilen sözüm ona Eşit İşe Eşit Ücret düzenlemesiyle üniversite öğretim elemanlarıyla öğretmenler es geçildi. Bahane olarak da kamuoyuna bu kesimlerin kamuda benzer statüde çalışanın olmayışına bağlandı.         Ancak aradan yaklaşık üç yıl geçti, öğretim üyelerinin ve öğretmenlerin yıllardan beri maruz kaldığı haksızlığın ortadan kaldırılmasına yönelik bir işaret de yok. Niçin ve hangi gerekçe ile ve hem de en küçük bir açıklama dahi yapılmadan öğretim üyelerinin ve öğretmenlerin devre dışı bırakılmış olması, doğrusu bugüne kadar, genel olarak tüm eğitim, öğretim ve bilim camiasının ve özel olarak da üniversite personelinin ücretleri konusunda hiç de iyi bir sınav vermiş olmayan Hükümet’in bu tutumu ve ilgisizliği hangi adalet anlayışı ile bağdaşmaktadır?

            Bu konuda sessizliğe gömülerek Hükümet’in suçuna katılan muhalefetin payı onlardan da az değildir. Nitekim milletvekillerine ve emekli milletvekillerine yapılan maaş artışı bunun en önemli göstergesidir.

İkinci olarak belirtilmesi gereken husus, üniversite personelini en üst düzeyde temsil eden YÖK’ün ve öğretmenleri temsil eden Milli Eğitim Bakanının bu konudaki tutumunun hükümetlerden bile daha olumsuz olduğudur. Nitekim hükümetlerin ara-sıra da olsa bir şeyler yapmasa bile yapıyor gibi görünmelerine karşılık, bugüne kadarki YÖK Yönetimlerinin YÖK Başkanı Sayın Çetinsaya hariç kendi personelinin geçim sorununa karşı sanki öyle bir şey hiç yokmuşçasına sürdürmüş olduğu ilgisiz ve anlayışsız tavrının bugünkü YÖK yönetimi ve Üniversite Rektörleri tarafından aynen devam ettirildiğini görmek, mesleğimiz adına ayrı bir utanç belgesi niteliğindedir.

            Üçüncü olarak belirtilmesi gereken husus ise, yazılı ve görsel medyanın konu hakkındaki ilgisizliğidir. Bugüne dek, eğitim ile ilgili yazılar yazan ve araştırmalarda bulunan mahdut sayıdaki birkaç gazeteci ve köşe yazarı dışında, medyamızda bu konuda kayda değer ve ciddiye alınmayı gerektirecek, ağırlığı olan haberler yapıldığına şahit olmadığımız gibi, kamuoyu oluşturmaya yönelik ciddî, tutarlı ve ısrarlı bir yayın politikası da görmüş değiliz.

            “Üniversite” denince çok küçük bir kesim dışında aşağı-yukarı herkesin ve her çevrenin üzerinde durduğu iki konu bulunduğunu söyleyebiliriz: Üniversite, siyasetçiler ve medya açısından, bitmek tükenmek bilmeyen siyasî ve ideolojik çekişme ve çatışmalar için en bereketli malzemeler veren bir alan ve toplumumuz açısından ise, çocuklarının okuması, diploma ve meslek sahibi olması için kullanılması gereken bir araç olarak görünür bir hâle gelmiş bulunmakta olup bunun dışında başka bir ilgiye mazhar olmamaktadır. Maalesef, hemen hemen hiç kimse üniversitede nelerin olup bittiğine, akademik ve idari personelin hangi zor şartlar altında çalıştığına, bir yandan bilim yapmak, diğer yandan ülkenin genç nesillerini yetiştirmek için çırpınırken evlerinin geçimlerini nasıl temin ettiğine hiç ilgi duymamakta, sanki hiç öyle bir konu ve hiç öyle bir sorun yokmuş, bütün akademik personel hâllerinden çok memnunmuş gibi davranmaktadır.

Hâlbuki şu anda üniversitede en kıdemli bir profesörün maaşı dahi, bir milletvekilinin danışmanından ve sekreterinden daha azdır.

            Gerçekte, üniversite personelinin hem statülerine uygun ve hem de bilim yapabilmelerine elverişli bir normal yaşantıya sahip olabilmeleri için gereken ücret zammı en az % 50 olması gerektiği hâlde, sıfır ek ödemeye mahkûm edilmeleri şok etkisi yapmıştır.  

            Ülkemizin geri kalmışlık çemberinin kırılmasında ve geleceğin mutlu, güçlü ve müreffeh, daha saygın Türkiye’sinin inşa edilmesinde bir numaralı belirleyici faktör olan bilim yuvalarının ve mütevazı bilim insanlarının, nasıl geçineceklerini düşünmeyi ön plana çıkarmak zorunda bırakılmaları doğru bir politika değildir. Mesleği bilim üretmek ve bilim öğretmek olan, ülkemizin en iyi yetişmiş beyinleri, sürekli olarak düşük tutulan ücretleriyle mahkûm edildikleri geçim sıkıntıları dolayısıyla mutlu değillerdir. Bu da onların hem bilim üretmelerinde ve hem de gençlerimizi yetiştirmelerinde tam verimli olmalarını çok ciddî surette engellemektedir.

         On iki yıldan beri akademik personele âdeta kasıtlı olarak düşük ücret politikası uygulayan iktidar, kıdemli profesörler ( görev tazminatı ile birlikteki maaşları ) dışındaki bütün öğretim elemanlarını yoksulluk sınırının altında, idari personelin % 70'ini de açlık sınırı düzeyindeki ücretlere mahkûm etmiş bulunmaktadır.

            57. Hükümet (Üçlü Koalisyon Hükümeti) döneminde Profesörlere ve 1. Derece’deki Doçentlere “görev tazminatı” adıyla bir ek zam yapılmıştı. Bunun kademeli olarak diğer tüm akademik personele yansıtılacağı belirtilmişti. Ancak aradan geçen yaklaşık 13 yıldan beri gelen hükümetler, YÖK başkanları ve Üniversite rektörleri tarafından konu hiç dile getirilmemiştir. Üniversitenin içinde ikilik yaratan bu durumdan ayrı olarak ise, genel olarak, üniversite personelinin maaşları ezici çoğunluk itibariyle “sefalet” düzeyinde bulunmaktadır.

            Nitekim 1990 yılında 1/4’deki bir profesör, 1/4’deki Emniyet Genel Müdüründen 550 TL, 1/4’deki Maliye Müfettişinden 1000 TL fazla maaş alırken, bugün durum nedir? Yine 1990 yılında 4/1’deki bir doçent, 4/1’deki kaymakamdan 857 TL, 4/1’deki il emniyet müdüründen 832 TL daha fazla maaş almaktaydı. Aynı yılda 5/1’deki bir yardımcı doçent, 6/1’deki uzman doktordan 205 TL, 6/1’deki kaymakamdan da 794 TL, 5/1’deki bir araştırma görevlisi de 9/1’deki kaymakam adayından 472 TL, lise mezunu 8/3’deki polis memurundan 681 TL daha çok maaş aldığı yapılan ilmi araştırmalardan ortaya çıkmaktadır.

            2013 yılında bir mühendisin 3500 TL, bir müftünün 4500 TL, 30 yıllık bir öğretim görevlisinin 2200 TL, bir araştırma görevlisinin 1950 TL, ¼’deki bir yardımcı doçentin 2400 TL, KİDEMLİ BİR İLAHİYAT PROFESÖRÜNÜN 3900 TL maaş aldığı göz önüne alındığında üniversite akademik personeline reva görülen maaş zulmünün hangi boyutlara ulaştığını açıkça göstermektedir.  Yardımcı doçentler, öğretim görevlileri, okutman ve araştırma görevlileri bir teknisyenden daha az maaş alır hale düşürülmeleri ayıbı sorumlu ve yetkililer için yeterli değil mi?



Öğretim Üyeleri Arasındaki Maaş Dengesi Bozulmuştur



1972 yılında 1/4’deki profesörle 7/1’deki asistan arasındaki maaş farkı % 47.62 düzeyinde, aynı derecedeki profesörle 3/1’deki doçent arasındaki maaş farkı da % 15.6 oranında bulunmaktaydı.

            Yüksek Öğretim Kanununun çıktığı ilk yıllarda (Resmi Gazetede yayım 6 Kasım 1981) öğretim elemanlarının ücretlerinde ve çalışma düzenlerinde bir dengesizlik söz konusu değildi. Profesör, doçent, yardımcı doçent, öğretim görevlisi, okutman, uzman ve araştırma görevlisi arasındaki ücret farkları, kimseyi rahatsız edecek farklılıkta bulunmamaktaydı. Maaş oranları kabul edilebilir bir düzeydeydi. Ancak 2013 yılına geldiğimizde, özellikle 2002 yılından itibaren maaş oranları yardımcı doçent, öğretim görevlisi, okutman ve araştırma görevlileri aleyhinde bozulmuştur.



Nitekim 1982 yılının Aralık ayında 1/4’deki profesörün maaşı 65,464 TL, 3/1’deki doçentin 56,747 TL (profesör maaşının %  86.68 oranında), 5/1’deki yardımcı doçentlerin 53,226 TL (profesör maaşının % 81.30’u oranında), 7/1’deki araştırma görevlisinin 29,611TL (profesör maaşının % 45.23 oranında) iken, 2000 yılının Aralık ayında aynı derecedeki profesör maaşı 560.135.000 TL, doçentin 423.063.000 TL (profesör maaşının % 75.52 oranında), yardımcı doçentlerin de 361.472.000 TL (profesör maaşının % 64.53’ü oranında), araştırma görevlisinin 267.464.000 TL (profesör maaşının % 47.75 oranında) düzeyinde bulunmaktaydı. 2002 yılının Aralık ayında profesör maaşı 1.784.000.000 TL, yardımcı doçentlerin maaşı ise 794.452.000 TL (profesör maaşının % 44.53’ü oranında), 2005 yılının Aralık ayında profesörün maaşı 2.321.550.000 TL, yardımcı doçentlerin 1.139.340.000 TL (profesör maaşının % 49.07’i oranında) düzeyindeydi.

2013 yılında durum şöyledir: 1/4’deki en kıdemli bir profesör 4 bin 900 TL, 1/4’deki yardımcı doçent 2 bin 400 TL (profesör maaşının % 48.97 oranında), araştırma görevlisi bin 950 TL (profesör maaşının % 39.79 oranında) maaş almaktadır.

            Görüldüğü üzere 1982 yılının Aralık ayından 2013 yılının Temmuz ayına kadar geçen yaklaşık 31 yılda yardımcı doçentlerin maaşı profesör maaşlarına oranla yaklaşık % 34, araştırma görevlilerinin de % 5.5 oranında azalmıştır.

            1993-2000 yılları arasında yardımcı doçentlerin maaşı 4 kişilik bir ailenin geçinme sınırı olan Yoksulluk Sınırı (Asgari Geçim) düzeyinde iken, bugün Yoksulluk Sınırının 1200 TL altındadır. Günümüz koşullarında profesör ve doçentlerin aldığı maaş özel sektörde çalışanların karşısında komik düzeyde bulunmaktadır. Ancak profesörler, aynı işi yapan, aynı sınıf ve statüde bulunan yardımcı doçentlerin iki katından fazla, birinci derecedeki doçent ise bir buçuk katına yakın maaş almaktadır. Birinci dereceye gelmiş öğretim görevlisi veya okutmanların ise iki buçuk katına yakın maaş almaktadırlar. Aynı işi yapmakla görevli ve aynı eğitim derecesine sahip insanlar arasındaki bu çok farklı ücret dengesizliği, üniversitede çalışan öğretim elemanlarını rahatsız etmektedir. Yardımcı doçentler dâhil, diğer bütün öğretim elemanları açıkça haksızlığa uğratılmaktadır.

            Profesörlerin ek göstergeleri 5300-6400, doçentlerin 4800, yardımcı doçentlerin 3600’dür. Yardımcı doçentlerin ek göstergeleri öğretim görevlisi, okutman, uzman ve üniversite daire başkanları ile aynı düzeydedir. Yani yardımcı doçentler emekli olduklarında alacakları emekli maaşı 1804 TL’dir. Yardımcı doçentler öğretim üyesi sınıfında oldukları için statülerine uygun olarak ek göstergeleri 3600’den 4800’e yükseltilmelidir.

            Orantısız maaş farklılıklarının giderileceği belirtilmekle beraber on iki yıldan beri üniversitedeki maaş dengesizliği konusunda bir adım bile atılmamıştır. Üniversite personeli için radikal, ciddî ve üniversitedeki ikiliği ortadan kaldıracak âdil bir ücret yapılanmasının yanında öğretim üyelerinin düzeylerine uygun bir maaş artışı hemen ve çok acil olarak mutlaka ele alınması ve aynı aciliyetle uygulamaya konması gerekmektedir.”

            Selam ve Sabırla.

     


25 Temmuz 2013 Perşembe

Formaya ve Formatlanmaya Hayır



Formaya ve Formatlanmaya Hayır

Veysi ERKEN

             Hâlâ forma dayatması peşinde olan sözde eğitimci ve özgürlükçülere hatırlatmada bulunmak istiyorum.
 “Kurallar insanlar için olmalıdır, insanlar kurallar için değil” temel düsturunu kabul eden yöneticiler beşeri kuralları hiçbir zaman kutsamazlar. Var olan gerçekte ise geçerliği ve anlamı kalmamış ilke ve kurallarda ısrarlı davranmazlar. Bu konuyu tekrar gündeme getirme nedenim kıymetli dostum Orhan beydir. Daha önce “serbest kıyafet”le ilgili yazım üzerine beni aradı.
Telefonda uzunca konuyu tartıştık.
            Sevgili öğretmen dostuma sadece şunu hatırlatmakla yetindim.
            “Kurallar insanlar için olmalıdır”
            Evet aziz dostum kurallar insanlar için değilse, insanlar kurallar için yaşamaya veya yaşatılmaya çalışılır.
            Bugün ülkemde maalesef insanlar kurallar için vardır ve egemen güçler bunun değişmesini istememektedirler.
           Kıyafetle ilgili kısmi özgürlük düzenlemesine karşı şu andaki direnişin temel sebebi budur.
           Özgürlüğün hâkim ve geçerli olduğu ülkelerde hiç kimseye kıyafet dayatması yapılmaz ve yapılamaz.
           Tarihimiz bunun açık delilidir.
           Kıyafet dayatması totaliter rejimlerin karakteristik özelliğidir. Yönetme gücünü eline geçirmiş bir avuç tapınakçı her yerde kendi kültürlerini dayatırlar. Tabi ki, bunun başlıca nedeni süflî hayatlarının devamını sağlamadır.
          Tapınakçıların tamamı şeytana tapmakta olduklarından servet, şehvet ve şöhret duygularını başkalarını ezerek tatmine çalışmaktalar.
          Bu duyguların hâkim olduğu yöneticilerde despotik tutum ve tavırlar ön plana çıkar.
          Ülkemizde neredeyse çeyrek asırdır sürdürülen kıyafet dayatmasının temel nedeni budur.
          Bilinmelidir ki, formatlanmış insan aslında insanlığını kaybetmiştir. İşte tapınakçıların istedikleri “insan” tipi formatlanmış ve insanlığını kaybetmiş tiptir.
          Kanaatimize göre “köleliği savunmayan her özgür kafa” kıyafet dayatmasına karşı çıkar. Dolayısıyla özgürlükten yana olan her veliye, her öğretmene, kısaca her bireye ve gruba çağrımız kıyafet dayatmasının kırılmasına katkıda bulunmaları yönündedir.
         Kendinizi, çocuklarınızı, öğrencilerinizi serbest kıyafete teşvik ediniz. Her türlü formaya ve formatlamaya cephe alınız.
Unutmayınız ki, özgürlükler herkes için lazımdır. İnsanların dürüstlüğü ve ahlakiliği başkalarının hak ve özgürlüklerini savunma derecesiyle doğru orantılıdır.
         Milli Eğitim Bakanlığının uygulamaya başlayacağını ilan ettiği serbest kıyafet konusunu bütün özgür kafalar savunmalıdır ve desteklemelidir.
         Sayın bakan dirayetli tavır sergilediği ölçüde başarı mümkün olacaktır.
         Gün birlik günüdür diyen herkesi her alandaki özgürleşmeye katkı sağlamaya çağırıyorum.
         Bakan gibi, benim gibi düşünmeyebilirsiniz. Özgürlükten yana iseniz formatlamaya ve formaya hayır demek mecburiyetindesiniz.
         Başka çare yok, başka çıkış yok.
         Geliniz hep birlikte formatlamaya ve formaya direnelim.
         Sivil itaatsizlik hakkımızı kullanalım.
         Selam ve Sabırla............................................


18 Temmuz 2013 Perşembe

Yine Anayasa Yeni Anayasa



Yine Anayasa Yeni Anayasa

Veysi ERKEN

            Ülkenin huzuru ve birliği için acilen yapılması gereken o kadar düzenleme var ki, saymakla bitmez. Bu gerçeğe rağmen meclis tatile girdi. Bizleri sorunlarla baş başa bıraktı.
            Bize kalırsa meclis acilen toplanmalı ve başta anayasa olmak üzere birkaç düzenlemeyi hemen gerçekleştirmelidir.
            Düzenlemeler için meclis toplanır mı? Zannetmem. Ama ben yine de hatırlatmış olayım ve 12 Haziran 2011 seçimlerinin akabinde anayasa ile ilgili yazımı sizlerle paylaşayım.
            Yapılması gereken düzenlemeler.
            1.Odaları ağalardan (TOBB, TÜRMOB; TZOB;TTB;TBB vs) ve mensuplarını mahkumiyetten kurtaracak düzenlemeler. İsteyen istediği meslek örgütünü kurmalı. Aynı alanda sendikalar gibi birden fazla meslek odası olabilmeli.
            2. Zorunlu askerlik ve bedelli ile ilgili düzenlemeler.
            3. Kamu personeli ile ilgili düzenlemeler.
            4. Dolaylı vergilerin azaltılması ile ilgili düzenlemeler.
            5. Faiz lobisi ile ilgili düzenlemeler. Hazinenin bono ve tahville faiz lobisine borçlanmasını yasaklama ile ilgili düzenlemeler.
            6. ve en önemlisi Anayasa.
            Artık ipe un serilmemelidir. 2 yıldır Anayasa nasıl yapılamaz diye zaman harcandı. Millet oyalandı. Artık yeter diyoruz.
Başbakana sesleniyorum. Etrafınızdakiler sizi oyalıyor. Milleti kandırıyor. 12 Haziran seçimlerinden sonra Anayasa ile ilgili konuşmanız üzerine bir yazı yazmıştım.
 İşte ilgili yazım:“Ülkedeki huzurun ve kalkınmanın önündeki temel engel mevcut anayasadır. Bunu dile getirmeyen kimse kalmadı.
!2 Haziran 2011 seçimleri neticesinde mecliste yer bulan bütün siyasiler yeni bir Anayasa taahhüdünde bulundular.
Ama hiçbir parti Anayasa metni ortaya koymadı.
12 Haziran seçimleri bitti.
Yeni Anayasa kaçınılmaz.
Başbakan  “Önümüzdeki yeni sürecin polemiklerle, hakaret ve iftirayla, şiddetle değil, uzlaşmayla yapıcı eleştirilerle tamamen demokratik olgunlukla ilerlemesi en büyük temennimiz. 12 Haziran seçimleriyle başlayan yeni süreç, inanıyorum ki hukukun üstünlüğünün çok daha fazla güç kazanacağı bir süreç olacaktır. Bu süreç aynı şekilde demokrasinin standartlarının daha ileri seviyelere ulaşacağı bir süreç olacaktır. Bugünlerde yaşanan tartışmalar bir kez daha göstermiştir ki, Türkiye yeni bir anayasaya, yasaların da çok ciddi bir reforma her zamankinden daha fazla ihtiyacı var. Dün bizim tek başımıza yürüttüğümüz reformlara karşı çıkanların, işin ucu kendilerine dokununca hukuk ve demokrasiyi hatırlamaları manidardır. Milli irade üzerinde hiçbir engeli, hiçbir vesayeti, hiçbir gölgeyi asla kabul etmiyoruz. Türkiye bir hukuk devletidir, anayasaya özellikle yapılması gereken değişiklikler noktasında 26 maddelik çalışmamızı biliyorsunuz ve bu çalışmamızda nasıl yalnız kaldığımız milletimizin bilgisi dâhilindedir. Yasalara yönelik eleştirilerimiz var, eleştirilerimizin olması, bunlara uymayacağımız, bunları yok sayacağımız, bunları çiğneyeceğimiz anlamına gelmiyor ve gelemez. Bu eleştirilerimizi konuşuruz, paylaşırız, istişaremizi yaparız ve hep beraber gereken değişiklikleri de gerçekleştiririz. 12 Haziran seçimlerine girerken bizim en büyük projemiz yeni bir anayasa oldu. Bu anayasanın geniş tabanlı bir uzlaşmayla yapılacağı konusunda açık taahhüdümüz var.
Tüm muhalefet partileri, sivil toplum kuruluşları ve medyaya sesleniyorum. Gelin bütün bu ön yargıları bir kenara bırakalım, ön şartları bir kenara bırakalım, geçmişteki olumsuzlukları bir kenara bırakalım, özgürce konuşalım, tartışalım, tekliflerimizi ortaya koyalım. Birbirimizin önünü kesmek değil, birbirimizi tamamlamak için çalışarak mümkün olan uzlaşmanın ürünü bir yeni anayasa metni hazırlayalım.
Çalışmayı en geniş anlamda yapalım. Herkesle konuşalım. Halkımın her bir ferdinin 'bu benim anayasamdır' diyeceği bir anayasayı geniş bir konsensüsle yapalım. En temel sorunlarımızdan biri olan anayasamızı tamamen kendi irademizle yapabileceğimiz dosta, düşmana gösterelim. İçine düştüğümüz tartışmalardan nasıl çıkılacağını da göstermiş olacağız. Aksi takdirde yıllarımız sorunlar, sıkıntılar içinde formül bulma arayışlarıyla geçip gidecek. Kaportası yamulmuş, motoru sürekli tekleyen bu arabayı bırakalım ve sıfır kilometre yepyeni bir araçla yolumuza devam edelim. http://www.yenisafak.com.tr/ Politika/? t=25.06.2011&i=326507” diyor.
            Bu ifadelere katılmamak mümkün mü?
            Bence değil.
            Ama bilinmelidir ki, dün yeni Anayasa gerekliliğinden bahsedenler bugün bahaneler aramaktalar.
            Buradan Sayın Başbakana sesleniyorum.
            Lütfen vakit geçirmeyin.
            Varsa hazırlattığınız metni tartışmaya açınız ve milletin mutabakatını arayınız.
            Böyle bir yöntemi izlerseniz eminim ki, CHP; MHP ve BDP’li vekiller buna bigâne kalamaz. Halk onları zorlayacak.
            Konuşma zamanı geçti.
            Şimdi icraat zamanı.
            Ekim ayını beklemeden Anayasa meselesini çözelim.
            Yeni bir Anaya ile geleceğimizi kurgulamaya çalışalım. Sizin ifadenizle “Kaportası yamulmuş, motoru sürekli tekleyen bu arabayı bırakalım ve sıfır kilometre yepyeni bir araçla yolumuza devam edelim.”
            Selam ve Sabırla… 25.06.2011”
            Netice-i kelâm mevcut yöntemle Anayasa yapmanın bir hayal ve aldatmaca olduğunu kabul ediniz ve varsa metinlerinizi halkın gündemine getiriniz.

9 Temmuz 2013 Salı

28 Şubat Üniversitesi



28 Şubat Üniversitesi*

Veysi ERKEN

            28 Şubat.
            Zulmün zirveleştirildiği tarih.
 Firavunların bizden izin almadan nasıl rüya görürsünüz tafralarını arttırdıkları bir gün. Namlularını halka yönelttikleri bir zaman dilimidir Eylül fırtınasının devamı 28 Şubat.
            Merdin-namerdin, şereflinin-şerefsizin, dik duranın-durmayanın, yamulanın- yamulmayanın belli olduğu kısaca takkenin düşüp kelin göründüğü zamanın erimediği dönem.
            Hani şair “Çaycı getir, ilaç kokulu çaydan!
                              Dakika düzelim, senelik paydan!
                             Zindanda dakika farksızdır aydan
                              Karıştır çayını zaman erisin;
                              Köpük köpük, duman duman erisin!” diyordu ya.
            28 Şubatta zaman erimiyordu. Zaman halkı eritiyordu ve boğuyordu adeta.
            Halkı boğmaya çalışanlar esasında belliydi. Onların kim olduğunu halk biliyordu. Tamamı “Müslüman görünümlü”lerdi.
            Halk direniş bekliyordu.
            Ama iyi kabul edilenler tırsmıştı.
            Erkekler(!) meydandan çekilmiş, kanaat önderi “28 Şubat”ın demokrasiyi güçlendireceğinden dem vurarak  “başörtüsü furuattır” fetvasını çoktan vermiş, mücahitler sırra kadem basmıştı.
            İşte bu dönemde “namlusunu halka çeviren tankı selamlamam sesi yankılanıyordu ülkede.
            Yiğitler bedel ödemeye hazırdı inançları uğrunda. İlayı Kelimetullah davasının davacıları yılmadılar. Makamından, mevkilerinden, aşlarından işlerinden olma pahasına taviz vermediler.
            Bedel bazıları için gerçekten ağır oldu.
            Olsun diyorlardı yiğitler.
            Çünkü mukafaatı cenabı Allah’tan bekliyorlardı.
            İşte bedel ödeyip de taviz vermeyenlerden birisi de Ömer Karahan beydir. Aynı dönemde BBP Yönetiminde bulunduk.
            Sıkıntı çekti, bedel ödedi.
            Onbir yıl üniversiteden uzak kaldı.
            Biz kadere ve takdire inananlarız.
            Ömer Bey yaşadığı zulmü “28 Şubat Üniversitesi” adıyla kitaplaştırdı.
            Haksızlıklara karşı direnişi kitaplaştırdı.
            İnsanı esas üzen dost zannedilenlerin tavrı ve tutumu.
            Aynı üzüntüyü hepimiz yaşadık.
            Selamı esirgeyen dostlar(!) gördük.
            Bıyıklarını tıraş eden, namazını bırakan, cumasını evde kılan(!) yiğitleri(!) erkekleri(!)  fetva veren anlı şanlı hocaları(!) tanıdık.
            İşte “28 Şubat Üniversitesi” bunların belgesi.
            Kitabın her belgesi ibretlik.
            O dönemi ve günümüzün küresel 28 Şubatçıların şeytanlıklarını öğrenmek için okunmalı bu tür kitaplar.
            Oyun aynı.
            Ellerine fırsat geçse aynı kıyımı yine yaparlar.
            Çünkü onlar gayrı Müslim ve kendi ifadeleriyle sadece sosyolojik Müslüman.
            Evet, aziz dostlar.
            İbretlik “28 Şubat Üniversitesi”ni okuyun, okutun ve bilim insanı(!)nın melanetini görün. Ömer Bey:
             “ Milletine yabancılaşmış jakoben kafalar ülkeyi çağdaşlaştırma, cehalet ve irtica ile mücadele adı altında halkın değerlerine saldırmıştır. Binyıl süreceği iddiası ile ortaya çıkan 28 Şubat süreci de halka yönelik baskı ve zulmün tırmandığı dönemlerden biridir. Süreç çok yönlü ve boyutludur. Fakat en temel özelliği Türk milletinin en vazgeçilmez değerlerinden olan dinine tasallutu esas almasıdır. Örnek aldığımızı iddia ettiğimiz batı toplumlarında özürlülerden bile en üst verim elde edilmeye çalışılır. Biz de ise iyi yetişmiş ve yetişen insanlara bile sırf inancı sebebiyle çok kolay kıyılır. Bu kıyımı 28 Şubat döneminde Türkiye’nin en üst düzeyde eğitim vermek, araştırma, ilim ve hizmet üretmekle görevli üniversitelerinde ibretle yaşadık. Bu kurumlardaki eğitimci ve en seçkin öğrencilere nasıl kıyıldığına şahit olduk. Ülkemizde kahtı rical, yani iyi yetişmiş insan kıtlığına rağmen eğitimciler ve istikbalin bilim insanları çil yavrusu gibi dağıtıldı. Özerk olduğu ifade edilen üniversitelerimizde yazdığı kitaptan veya verdiği demeçten dolayı profesörler üniversitelerden atıldı. Akademik kurullarda yapılan eleştirilere cezalar yağdırıldı. Bunlar bizim evlatlarımız dedikleri öğrencilere farklı kıyafetleri yüzünden Anayasa, Türk Ceza Yasası, YÖK Yasası ve öğrenci disiplin yönetmeliğinde bulunmayan suçlar ve cezalar icat edildi. Olmayan veya sahte tutanaklar ile öğretim üyelerinin işine son verildi. Yani öğrencilere ve öğretim üyelerine ceza verebilmek için üniversitelerde sahtekârlık yapıldı. Bu kitapta, utanç verici zulmün belgelerle sunumunu bulacaksınız” diyor.
            Ne kadar acıklı bir tespittir.
Bedel ödetenlere bedel ödetmek için28 Şubat dönemi bilinmeli ve unutturulmamalıdır.
Esasında kitapta zulmün ve gaddarlığın bir bölümü yer almaktadır. Bir daha zulmün yaşanmaması, zulmün ve zalimlerin unutulmaması ve onlardan hesap sorulması temennisiyle iyi okumalar.
            Selam ve Sabırla.

·         28 Şubat Üniversitesi, Prof. Dr. Ömer Karahan, Tebeşir Yayınları, Konya 2013,
Sahipata Mah. Mimar Muzaffer Cad. Helvacıoğlu Apt. No. 41/1 Konya
Tel 0332 3536265-66
www.tebesiryayinlari.com