28 Şubat 2019 Perşembe

Meral Akşener’e Üç Soru


Meral Akşener’e Üç Soru

Veysi ERKEN

            Bugün 28 Şubat.
            Host ve post bir darbenin 22. sene-i devriyesi.
            Hepimiz biliyoruz ki, Türkiye’deki bütün darbeler dış destekli ve darbecilerin ipleri dışarıdakilerin elindedir. Esasında İslam ve mazlum  coğrafyalardaki bütün darbeciler Siyonist haçlı zihniyetinin uşaklarıdır.
            Dolayısıyla temelde millete rağmen milleti yöneten veya yönetmek isteyen her anlayış diktatoryal ve "Firavn"idir. Bütün darbeciler de bu mantığa sahiptirler.
            Darbeciler millete Firavun gibi “benden izin almadan mı hareket ediyorsunuz” derler.
            İşte 28 Şubat, 27 Nisan ve en son 15 Temmuz darbecileri efendilerinin emirlerine amade bir şekilde topluma zulmettiler.
            Tabii ki, hayat devam ediyor. Darbecilere karşı direnenler oluyor.
            Zafer veya hüsran.
            Bizler seferle memuruz, zaferle değil.
            Buradan hareketle diyebiliriz ki, yönetime talip olanlar dirençli olmak zorundadır. Değillerse kendilerine uyanları da saptırırlar. Nitekim vahye göre “Yine şöyle diyecekler: Ey Rabbimiz! Biz önderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yoldan saptırdılar. Ahzab-67”
            Bugünkü politik ortamda da yöneticiler kitleleri saptırabilirler. Bu tehlikeye dikkat çekmek için yönetime talip olan ve bunun için parti kuran Meral Akşener’e daha önce sorular yöneltmiştim.
Son röportajı ile ilgili bir soruyu da ekleyerek Meral Akşener’e sorularımı tekrar ediyorum. Cevap bekliyorum.
            Peşinen ifade edeyim. Derdim Meral Akşener’i sorgulamak değildir. Derdim ona tabi olanların savrulmasını hem kendilerine hem de millete izah etmedir..
            Daha önce Meral Akşener’e soru yöneltince geçmişte kendini ülkücü ifade edenlerin ekseriyeti ( Meral Akşener’in yanında olanlar) tepki göstermişlerdi. Bunları niye gündeme getiriyorsun diye sitemde bulunmuşlardı. Tekrar rahatsız olacaklarını biliyorum. Ama yine de soracağım.
            Aziz okuyucular. Bu soruları Kılıçdaroğlu’na soracak değilim. Zaten CHP zihniyetinin bu ülkeye hayrı dokunmamıştır ve dokunacağına inanmıyorum. Bu yüzden Meral Akşener’e sorularımı yöneltiyorum ki, kitle uyansın, CHP zihniyetine kapılmasın.
            Meral Akşener’e İlk sorum 28 Şubat post ve host darbecilerden neden şikayetçi olmadığı ile ilgili idi.
Tekrar ediyorum. Bu şikayetten neden vazgeçtiniz. Sizler İçişleri Bakanıydınız. Sizi kazığa oturtmaktan bahseden darbecilerden neden şikayetçi olmadınız. Yüz binlerce mağdurun yüreğine azıcık su serpilmesine neden katkı sağlamadınız. Geliniz, bu durumu izah ediniz. Tabi ki, izah edebilirseniz.
            Yoksa toplumda oluşan darbecilerle anlaştı anlayışını pekiştirmiş olursunuz.
            Bunu daha önceden de yazılarımda belirtmiş idim.
            İkinci sorum Kılıçdaroğlu ile yapmış olduğunuz gizli görüşme ile ilgili idi. Tekraren soruyorum. Neden gizli görüşmede bulundunuz. Sizi Tayyibe Gülek’in evinde kimler buluşturdu, açıklayınız. Zira; bizler merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun ifadesiyle “açıklık en doğru yoldur” ilkesine inanıyoruz. Aynı şekilde gizliliğin topluma her zaman felaketleri beraberinde getirdiğine de inanıyoruz..
            Maalesef gizli görüşmeler geçmişte kendini milliyetçi-ülkücü ifade edenlerin bir kesimini savurdu. Geçmişte “çağrımız İslam’da Dirilişedir” zihniyetine sahip olan taraftarlarınız, bugün CHP’nin zihniyetiyle aynileşti. http://www.gunes.com/gundem/kemal-kilicdaroglu-nun-kasim-gulekin-kizi-tayyibenin-evinde-aksener-ile-gorusmesi-chpde-krize-yol-acti-869369
Bütün bunların neticesinde, siz de İslamî akideye aykırı ifadelere doğru savruldunuz.
Size soruyorum. “ onların inancına göre kadından imam olmaz derken” kendinizi hangi inanca mensup olarak konumlandırıyorsunuz
            Hasılı kelam Meral Akşener’e uyup savrulan bütün dostlara tavsiyem öncelikle soruları sizin de sormanız ve doğru cevabı bulmanızdır.
            Doğru cevaba ulaşırsanız “kamet” ve “istikamet”iniz bozulmaz. Böylece CHP’nin zihniyetine dümen kırmamış olursunuz.
            Selam ve Sabırla…

21 Şubat 2019 Perşembe

ADALET ÜZERİNE İKİ KISSA, HANGİSİNDEN HİSSE ALACAKSINIZ BAKALIM


  ADALET ÜZERİNE İKİ KISSA, HANGİSİNDEN HİSSE ALACAKSINIZ BAKALIM

Veysi ERKEN

            Herkes adaletten bahsediyor.
            Ama kimse cenabı Allah’ın adalet ölçülerini esas almıyor.
            Adalet kelimesi dilde pelesenk olsa da ülkemizde adeta gerçekliği yoktur.
            Bari kıssalardan hisse alalım.
            Kıssalar farklı adalet anlayışını temsil ediyordur. Sizler Hz. Ömer’in adaletini mi, yoksa Aslan’ın adaletini mi savunuyor ve istiyorsunuz?
            Bu adalet anlayışınıza ve değerlerinize bağlıdır.
            Haydi, kıssalardan hisse almaya.
******
Hz.Ömer’in  (ra) halifeliği zamanında Şam valisi olan, Peygamber(as)in sahabelerinden  Sad b. Ebi Vakkas(ra) Şam’daki bir camiyi genişletmek ister. Bu sebeple caminin etrafındaki arsaları kamulaştırır. Herkese arsasının bedelini verir. Ancak bir Yahudi, arsasının değerinden fazla verilmesine rağmen kamulaştırılmasına razı değildir. Arsasını kaybeden Yahudi, bir Müslüman komşusuna dert yanar. “Bana zulmedildi.”  Der. Müslüman vatandaş da kendisine; “Medine’ye git. Orada Halife Ömer vardır. Ömer (ra) son derece adildir. Elbette seni dinler.” Der.
Şam’lı Yahudi Medine’nin yolunu tutar. Yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaşır. Halife’yi sorar ve bulur. Hz. Ömer’e derdini anlatır. Ömer(ra) adamı dinledikten sonra bir deri üzerine şu cümleyi yazar: “Bilesin ki, ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim.” Bunu valiye ver. Der.
Yahudi bu yazıyı alıp ayrılır. Yolda giderken de kendi kendine konuşur. “Şam’daki idarecilerin giyim kuşamı ile oturdukları yerlerdeki depdebe nerede, Medine’deki halifede bulunan tevazu nerede. Şu mütevazi halifeyi ciddiye alırlar mı acaba?.”  Sonra Şam’a varır.
 Aslında valiye de gitmek istemez. Ama o kadar yolu gittim geldim, bari halifenin yazdığı şu yazıyı valiye vereyim der. Valinin huzuruna varıp, yazıyı uzatır. Vali Sad b. Ebi Vakkas yazıyı okur okumaz sapsarı kesilir. Uzun müddet başını yerden kaldıramaz. Sonra Yahudi adama bakar ve: “Arsanız size geri verilmiştir.” Der. Yahudi vatandaş hayret içindedir. “Lütfen bana bu cümlenin sizi neden bu kadar dehşete düşürdüğünü anlatır mısın?.” Der.  Anlatayım der,  Vali Sad ve başlar ve şunları anlatır.
İslam’dan önce ben ve arkadaşım  Halife Ömer (ra) İran’a satmak için 200 deve götürdük. Orada bir çete bizim develerimizi gasp  etti. Paramızı vermediler. Bir şey yapamadık. Üzgün bir şekilde bir hana gidip konakladık. Orada hancıya derdimizi anlattık. Hancı bize: “ derdinizi kral Nuşirevan’a  anlatın, O adil bir adamdır.”  Dedi.  Bizde gittik,  anlattık. Kral derdimizi dinledi ve bize birer kese altın verip gönderdi. Ama biz sonuçtan memnun değildik. Hana döndük. Hancı da duruma üzüldü ve “bu işte bir hata var” dedi. Gelin tekrar krala gidelim, ben size tercümanlık yapayım dedi. Tekrar kralın huzuruna çıktık.  Kral bizi dinledi, birer kese altın daha verdi ve: “Akşama kadar develeriniz size teslim edilecek.  Yarın develerinizi alıp, burayı terk edin. Ama burayı terk ederken biriniz doğu kapısından, diğeriniz batı kapısından çıkın.” Dedi. Kralın huzurundan ayrıldık.  Hancıya şaşkınlıkla neler oluyor? diye sorduk. Hancı; Sizin develerinize kralın oğlu ve veziri el koymuş. Tercüman da onların adamı imiş ve sizin için yanlış tercüme yapmış, yalan söylemiş. Bunlar çete kurmuşlar. Garibanların mallarına el koyuyorlarmış. Ben doğruyu tercüme ettikten sonra gerçek anlaşıldı. Dedi.
Sonraki sabah ben doğu kapısından çıkarken iki kişinin darağacında sallandığını gördüm. İdam edilenlerin başına toplanan halka sordum. Kim bunlar, neden asılmışlar?. Biri Nuşirevanın oğlu diğeri ise veziri, buraya gelen iki tüccarın 200 devesini çalmışlar. Bundan dolayı asılmışlar. Hz. Ömer’in çıktığı kapıda ise yanlış tercüme yapan, kralın oğlunu ve veziri koruyan yalancı adam darağacında sallanıyordu. 
Bu yazı bana yıllar önce halife Ömer’le yaşadığımız bu olayı hatırlattı.  Halife Ömer’in senin eline verdiği ve bana gönderdiği yazıda: “BİLESİN Kİ, BEN NUŞİREVAN’DAN DAHA AZ ADİL DEĞİLİM” yazıyordu. Yani halkına zulmetme, yoksa seni darağacına çekerim. Diyordu. Nuşirevan nasıl oğlunun gözyaşına bakmadıysa, ben de senin gözyaşına bakmam. Diyordu. Bundan dolayı benim benizim sarardı.   Bu olaydan sonra Yahudi hem Müslüman oldu, hem de arsasını hibe etti.

* * *
Ormanlar kralı Aslan, yanında Kurt, Çakal ve Tilki olduğu halde ava çıkar. Şöyle kısa bir gezintiden sonra koca bir mandayı devirirler birlikte. Devirirler devirmesine ya, sıra ganimetin paylaşılmasına gelince işler karışır. Bakalım neler olur.
Aslan yanı başında ki Kurt'a döner ve der ki: " Hadi bakalım Kurt kardeş, şu avı adaletli şekilde paylaştırıver de afiyetle yiyelim"
Dik başlı Kurt hesapsızca cevap verir : " Ondan kolay ne var efendim" der. " Her birimiz bir bacağını alırız olur biter"
Bu paylaşım Aslan'ın hoşuna gitmez. " Ya öyle mi?" der ve bir pençede Kurt'u öldürüverir oracıkta. Sonra Çakal'a döner ; " Hadi bakalım Çakal kardeş sen paylaştır şu avı, amma adaletli olmayı unutma"der gülerek.
Az önce ki manzaradan etkilenen Çakal temkinlidir. "Efendim" der ; " Buyurun siz bu avın yarısını afiyetle yiyin, diğer yarısını da biz Tilki kardeşimle paylaşırız"
Çakal'ın adaleti hoşnut etmez Aslan Hazretlerini. " Olmadı Çakal kardeş" der ve pir pençede onu da Kurt'un yanına seriverir. Ve döner Tilki'ye usulca." Eee hadi bakalım Tilki kardeş sıra sende, sen şu avı adaletle paylaştır bari de oturup bir güzel yiyelim şu mandayı"
Tilki dersini almıştır.  “Ne demekefendim der”. Siz buyurun bu mandayı istediğiniz gibi afiyetle yiyin. Siz doyduktan sonra kalanlar bu fakir kulunuza yeter de artar bile."
 Kurnaz Tilki tamda Aslan'ın duymak istediklerini söylemiştir. Tebessüm ederek Tilki'ye şöyle der : " Aferin Tilki kardeş. Bu paylaşım hoşuma gitti. Lakin sen bu adaleti kimden öğrendin söyle bakalım?
Tilki müthiş zekâsının eseri olan cevabı yapıştırıverir:" Kimden olacak efendim, işte şurada yatan Kurt'la Çakal'dan öğrendim"

               Selam ve Sabırla…

19 Şubat 2019 Salı

Azar Azar Oldu


Azar Azar Oldu

Veysi ERKEN

            Merhum Arif Nihat Asya bizin ahvali perişanlığımızı kısa ve öz özetlemiş. Hangi mecliste, sınıfta, mekânda veya yerde sohbet edersek edelim günümüzün dünden daha kötü, içtimai hayatımızın daha rezil olduğunu konuşuruz, gündeme getiririz ve yakınırız.
            İşte merhum Arif Nihat bu rezilliğin oluşumunu özetler ve

“Bize bir nazar oldu Cumamız Pazar oldu

Ne olduysa hep bize azar, azar oldu” der.

Tabii ki, Cuma’nın Pazar oluşu kötüye yönelik bir değişimin ve dönüşümün belirtisidir.
Değişen sadece Cuma değil, cumanın temsil ettiği hayat ilkeleridir. Kutladığımız günlerden giyinişimize, konuşmalarımızdan, tıraşımıza, aile içi ilişkilerimizden toplumsal ilişkilerimize, ticaretimizden, dış ilişkilerimize kadar her alanı inceleyelim, karşımıza hep gayrı İslami ilişkiler ağı ve bu ağın dayandığı ilkeler ortaya çıkar. Dumura uğratılan İslami yaşayıştır.
Kısaca İslam yerine bir din inşa edilmiş ve insanımız ihdas edilmiş dine inanmaya zorlanmış ve hala zorlanmaktadır.
Bunun son örnekleri “toplumsal cinsiyet eşitliği”, “yoga” gibi eğitim alanına sürülen sapkınlıklar ve toplumun temel yapısını oluşturan ailenin tahribatını yüzlerce kat arttıran İstanbul sözleşmesi ve 6284 sayılı kanun.
Bütün bu kötülükler hep azar azar oldu ve olmaya devam ediyor. Hatırlayanlar bilir.
Yıllar önce “iffet” kavramını televizyonlarda ve medyanın her alanında tartışmaya açarak okullarımızda ve hayatımızın her alanında iffetsizliği yaygınlaştırmayı başardılar.
Hâlbuki cenabı Allah bizi bu fasıklara karşı uyarıyor. Dün olduğu gibi bu gün de bu uyarı geçerliğini devam ettiriyor ve ettirecek. İşte o uyarı: “Size yemin ediyorlar ki kendilerinden razı olasınız. Siz onlardan razı olsanız bile Allah, fâsık topluluktan razı olmaz.” (Tevbe, 96)
Peki, bu uyarıyı dikkate alıyor mu sayın yöneticiler. Elbette ki, hayır.
Bilakis uyarıyı dikkate almadıkları gibi gayrı İslami unsurların dediklerini yapıyorlar. Bahaneleri de hazır. Avrupa Birliği normları.
Beyler uyanın sizlerde biraz İslami hassasiyet varsa, biliniz ki, Avrupa Birliği normları bizi batıracak, ahlakımızı tamamen çökertecek.
Aileyi ortadan kaldıran bir uygulamaya örnek:

Temennimiz, akıbetimizin sodom gomor gibi olmamasıdır.
Hâsılı kelam bu bozulmada herkesin rolü var desek abartmış olmayız. Özellikle ilim adamı, parti başkanı, sivil toplum kuruluşu yöneticisi ve mensubu dediklerimizin hepsinin payı var. Bu unsurlar Siyonist haçlı zihniyetinin İslami hayatla ilgili uydurduklarını yaymakla meşgullar adeta.
Medyaya gelince,medyanın rolünü çok net bir şekilde izah eden Japon Bilim Adamının tespitiyle yazımı bitireyim.
“Japon Bilim Adamı Kaiyo Yasuo: Türkler çok garip bir millet 3 yıldır Türk Kültürünü inceliyorum. Bir şey çok korkunç, diğeri çok garip. Korkunç olan; Batı, bir ülkeyi savaşmadan yok ediyor. Ülkede 3-5 dizi hariç hepsi Türk Din ve geleneğine ters. Garip olan ise, herkes bunu biliyor ama yine de izliyor. Anne-Baba ise çocuğu ile izliyor. Hayret.”
Anlamak isteyen etkili, yetkili, duyarlı ve İslam’ı yaşamaya çalışan herkese.
Selam ve Sabırla…

17 Şubat 2019 Pazar

Ülkemize Savaş Açan Alçaklara İbretlik Bir Hatırlatma


Ülkemize Savaş Açan Alçaklara İbretlik Bir Hatırlatma

Veysi ERKEN

            İlk haçlı seferinden beri İslam ve Mazlum coğrafyalara Siyonist haçlı zihniyetinin saldırılarının ve tahribatlarının bitmediğine ve bitmeyeceğine inanıyorum.
            Bunu tecrübelerime dayanarak söylüyorum ve yazıyorum.
            Özellikle düşüncesini, fikriyatını ve silahını Müslüman’a ve mazluma çeviren her yapıyı Siyonist haçlı zihniyetinin maşası, uşağı, piyonu ve lejyoneri olduğuna inanıyorum.
            Adı ister FETÖ, ister DEAŞ, ister Boko Haram, tapınakçı veya YPG olsun fark etmez hepsi bir ve beraberdir.
            Hepsi ahtapotun farklı kollarıdır.
            Hepsinin beyni aynıdır.
            Siyonist haçlı zihniyetinin merkezinden idare ediliyorlar.
            Yöntemleri de aynıdır.
            Yalan, iftira, inkâr, tehdit, şantaj başvurdukları başlıca yollardır.
            Maalesef her kuruma sızmış vaziyetteler.
            Seçim sathında bile yaydıklarıyla kimlere hizmet ettiklerini faş ediyorlar.
            Tabi ki, ruhlarını satmış, kiralamış ve uşak olma sıfatını kazanmış alçaklardan tek başlarına Avustralya devletine savaş açmış iki yiğidin davranışını beklemiyorum.
            Çünkü onlar emel ve ülkülerini Siyonist haçlı zihniyetinin merkezleri olan İsrail, A.B. D, Pensilvanya, Londra ve diğer yerlerle birleştirmişlerdir.
            Daha doğrusu onların emirlerine amade olmuşlardır.
            Neyse;
            “Çağrımız İslam’da Dirilişedir” ülküsünün peşinde koşan ve hayal kuran dostlara o iki yiğit gibi yiğitliğinizi devam ettiriniz ve sadece cenabı Allah’ın huzurunda eğiliniz ki, Türkiye felah bulsun, İslam ve mazlum coğrafyaların ümidi olmaya devam etsin.
            Ve sizi alçakların unutturmaya çalıştıkları yaşanmış gerçek bir kahramanlık destanı ile baş başa bırakayım.Çünkü her birimiz bütün alçaklara karşı direnecek ruhtayız, cesaretteyiz ve karardayız.

“AVUSTRALYA'YA SAVAŞ AÇAN İKİ TÜRK ASKERİ

Avustralya Devleti, Çanakkale savaşlarından önce ilk resmi savaşını iki Türk ile yapmıştır.

Yıl 1912, İngilizler Hindistan’ı işgal eder… 
Osmanlı Devleti 350 adet denizci levent ile Hindistan’a yardıma gider. Buradaki savaşlarda 40 kadar Türk esir düşer. Savaş bittikten sonra İngilizler, bu 40 Osmanlı esir askerini gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir İngiliz gemisi Avustralya’ya geldiğinde, esir iki Osmanlı askeri bir yolunu bulup gemiden kaçarlar.
Esas hikâye bundan sonra başlar…

Abdullah ve Mehmet adındaki bu iki Türk, Avustralya’da kendilerine yeni bir hayat kurarlar. İşleri ve kazançları iyidir ama onların kulağı sürekli Anadolu’da ve memleketlerindedir… Dünya kaynamaktadır… Balkanlar, Ortadoğu ve İngilizlerin işgal ettiği Türk yurtları…

İşte tam bu sırada (1915) Avustralya hükümeti, İngilizlerle birlikte Çanakkale’ye asker çıkarmaya karar verir. Bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar ve hemen buluşarak, durum değerlendirmesi yaparlar. Alırlar kâğıdı, kalemi ve yazarlar:
“Sayın Avustralya yetkilileri…
Biz iki Türk askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki, devletimiz Osmanlı'ya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale’ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki Türk askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız. Bu bir “Osmanlı savaş fermanı“dır. Avustralya’ya duyurulur.”

Avustralyalı yetkililer bu mektubu alırlar, okurlar ancak önemsemezler…

İki Osmanlı askeri, Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet, Karadeniz diyarından Menteşoğlu Abdullah, Sydney’in 250 km uzağında “whıte rock” denilen bölgede siper alırlar. Avustralyalı yetkililer Çanakkale’ye gönderilmek üzere asker ve silah toplayıp, tren ile buradan limanlara sevk etmektedir. Dondurmacı Abdullah’ın beyaz gömleği vardır, kasap Mehmet’in de kırmızı önlüğü… Gömlek ve önlüğü sökerek 3 hilalli bayrak yaparlar ve bu bayrak ile düşmana savaş açarlar…

İki Türk askeri dönemeçlerde tren raylarını sökerek 3 tren devirirler. Üçüncü trende askeri mühimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basar ve karakollardaki askerlerin tamamını vururlar.
Ne olduğunu bir türlü çözemeyen Avustralyalılar, sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış olduğu mektubu anımsarlar. Bizim askerlerimizi yakalamak için bölgeye tren ile 250 kadar asker gönderirler.

Çaresiz kalan Avustralya devleti ilk resmi savaşına girer, karşı tarafta ise yalnızca iki Türk… Tren ile gelen 250 kadar Avustralya askerini pusuya düşüren iki babayiğit trene saldırırlar… 60 kadar Avustralya askerini öldürürler… Çok şiddetli çatışmalar sonucunda, iki Anadolu aslanı bu karlı dağlarda şehit düşer…
İki askerimizin mezarı şu anda Sydney’e 250 km uzakta olan “whıte rock” dağlarında bulunmaktadır. Nur içinde yatsınlar…

Bu iki yiğidin hakkını teslim eden Avustralya, o bölgeye “Türk Kayalıkları” adını vermiştir.
Tarih yazan kahraman askerlerimiz insanlığa İSTİKLÂL  VE ONUR MÜCADELESİ VE ZULME KARŞI DİRENİŞ mücadele örneği sunmuş, ruhunuz ŞÂD OLSUN ey  korkusuz kahramanlar, makamınız elbette en yüksek makam CENNETTİR.”
Selam ve Sabırla…