29 Ekim 2018 Pazartesi

Sığınacak Yer



Sığınacak Yer

Veysi ERKEN

Bazen sığınacak, dertleşecek ve görüş soracak yer ve dost ararız. İşte böyle bir durumdayım dostlar.
Tabii ki, İslam mümininin sığınacağı tek melcesi vardır, o da cenabı Allah’tır. Tam bu halde iken bir kıssayı ihtiva eden mail aldım. Gönderen dostum Mustafa’ya teşekkür ediyorum.
Doğrusu kıssayı kimin hazırladığını bilmiyorum. Kim hazırlamış ve topluma mal etmişse ona da teşekkür ediyorum. Cümlemizden cenabı Allah razı olsun.
Bu kıssayı sizlerle paylaşmak istedim. İşte o yazı:
“Zaman olur olayların üstesinden gelemezsiniz. Boyunuzu, boynunuzu ve gücünüzü aşar, imkânınızı zorlar, eliniz ayağınız tutulur. Bir yerde çaresiz kalırsınız. Yüzde yüz haklısınız, sonuna kadar doğrusunuz. Bir şeyler yapmak istersiniz, bir karşılık vermeniz gerekir. Melül mahzun bakakalmak içten içe sizi bitirir.
Iraklı Fuzûlî'nin yakındığı gibi, "Dert çok, hemdert yok; düşman kavi, tâlih zebûn." Derdinizi kime açacaksınız, şikâyetinizi kime ileteceksiniz, hakkınızı kim savunacak, kim alacak?
            Ümitsiz, sönük, el avuç ovuşturup bekleyecek misiniz? Yoksa sizden daha güçlü, herkesten daha kuvvetli, herkesin hakkından gelen birisine mi havale etmek gerekiyor?
Bazen çaresiz kaldığınızda, yüzde yüz haklı da olsanız elinizden hiç bir şey gelmez. Haksızlığın karşısında mahzun mahzun bakakalmak içinizi acıtır. Böyle bir durumda yapılacak tek şey var: Derdinizi herkesin hakkından gelen birisine anlatmak. 9 yaşındaki İbrahim Hakkı'nın yaptığı gibi.
           İbrahim Hakkı Hazretleri yedi yaşında annesini kaybeder. Dokuz yaşına geldiğinde iyi bir eğitim alması için Tillo'ya götürürler, ilim ve mâna büyüğü İsmail Fakîrullah Hazretlerine teslim ederler. Hocası genç İbrahim Hakkı'nın eline bir testi vererek çeşmeye gönderir. Testiye suyu doldururken bir atlı yanaşır:
          "Çekil bakayım önümden be çocuk!" diye İbrahim Hakkı'yı azarlayarak bir tarafa iter ve atını çeşmeye sürer.
           İbrahim Hakkı testisini alıp bir kenara çekilmeye uğraşırken atını mahmuzlayan adam, onu bir köşeye sıkıştırır. İbrahim Hakkı testisini yere bırakır, canını kurtarmak zorunda kalır. Bu esnada, at da üzerine basıp, testiyi kırıverir.
          Ağlayarak hocasının huzuruna gelir. Hocası:
         "Ne oldu evladım, neden ağlıyorsun?" diye sorar.
       - "Efendim, çeşmede su alırken bir atlı geldi, atını üzerime sürdü. Can havliyle kendimi kurtarmaya çalışırken testimi de, atına tepeletip kırdı."
       - "Testini kıran atlıya sen bir şey söyledin mi?
       - "Hayır" der, "hiçbir şey söylemedim."
         Hocası, "Çabuk git ve o adama bir-iki laf söyle" der.
         İbrahim Hakkı gider, çeşmenin başında atını tımar etmeye çalışan adamın yanına varır bekler. Fakat bir türlü ağzını açıp da, "Testimi niye kırdın be zâlim adam?" diyemez. Az sonra döner, hocasının huzuruna gelir.
          Fakîrullah Hazretleri sorar:
         "Atlıya bir şey söyleyebildin mi?"
         İbrahim Hakkı boynunu büker ve yere bakarak, "Söyleyemedim efendim. Bir şeyler demeye niyet ettim, ama bir türlü ağzımı açıp da ağır bir söz sarf edemedim."
         Hocası sinirlenir:
        - "Sana diyorum, çabuk git ve o adama bir şeyler söyle, karşılık ver, yoksa sonu felâket olur."
 İbrahim Hakkı kesin emir almıştır, bu sefer kararlıdır. Çar çabuk çeşmenin başına varır. Bir de ne görsün, testisini kıran adamı, kendi atı attığı çiftelerle çeşmenin havuzuna yuvarlamış. Oracıkta cansız yatmaktadır. Büyük bir korku ve heyecan içinde koşarak gelir, vahim durumu hocasına haber verir. Hocası bu duruma çok üzülür ve şöyle der:
          - "Vah vah! Bir testiye bir adam ha! Üzüldüm buna doğrusu!"
            Huzurda olanlar söylenenlerden bir şey anlamadıklarını söyleyince, Fakîrullah Hazretleri durumu şöyle açıklar:
          - "O atlı adam, İbrahim Hakkı'ya zulmetti. Zulme uğrayan kişi de tek kelimeyle olsun karşılık vermedi ve zâlimi Allah'a havale etti. Yapılan bu zulüm de Allah'ın gayretine dokundu ve zalimi cezalandırdı. Şayet İbrahim Hakkı da onun zulmüne karşılık verip, ona bir şeyler söyleyecek olsaydı, ödeşeceklerdi. Fakat İbrahim, büsbütün mazlum durumuna düştü. Ben ise ödeştirmek için uğraştım, maalesef muvaffak olamadım."
             Firavun'un zulmüne maruz kalan Kur'ân'ın "mü'min" olarak anlattığı kimse de, Kur'ânı Kerimin lisanıyla kendine zulmedenlere şöyle sesleniyordu:
           "Size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz ki Allah kullarını hakkıyla görür. Allah o mü'mini onların tuzaklarından korudu. Firavun ehlini ise azabın en kötüsü kuşatıverdi." (Mü'min Sûresi, 44-45.)
            Sözün özü;  Hasbünallahü Ve Nimel Vekil  ( Allah Teâlâ, bize yeter, O ne güzel vekildir. Ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır.)”
Gerçekten de sözün özü budur.
Selam ve Sabırla…  Not:Bu yazı sekiz sene önce neşredilmiştir.

22 Ekim 2018 Pazartesi

İlaçlar, Saray Çatısının Tamircisine Benziyor Uzak Durunuz


İlaçlar, Saray Çatısının Tamircisine Benziyor Uzak Durunuz

Veysi ERKEN

            Peşinen yazayım. Tıp öğretimine ve halkın tedavisinde kullanılmasına karşı değilim. Bilakis “özgür öğretim”e inanan birisi olarak isteyen herkesin dilediği zamanda, dilediği yaşta ve dilediği kadar bütün öğretim alanlarından olduğu gibi “tıb” alanından sınavsız ve sınırsız faydalanması, öğrenmesi gerektiğine inanıyorum. Cenabı Allah bize Şafi ismiyle şifayı nasip ederken sebeplere tevessül etmemizi istiyor. Bu anlamda tababet ve ilaç gereklidir.
            Talebimiz doğru, tabii tababet ve ilaçtır.
            Kısaca “tıp fakülteleri” ülke sathına yaygınlaştırmalı, teknolojik yöntemler devreye sokulmalı ve isteyen kişiler diledikleri şekilde tıp öğretimi ile kendilerini geliştirmeli ve tabii ilaç kullanabilmelidir.
            “Özgür” öğretim” sürecinin bir savunucusu olarak “tıp Öğretimi”nin doğru bir şekilde işlemediğini rahatlıkla söyleyebiliyorum. Bizdeki tıp anlayışı maalesef Ortodoks tıptır. Eczacılık alanı da buna bağlı olarak şekillendirilmiştir.
            Bunu rast gele iddia etmiyorum.
            Pek çok doktorla konuştum ve konuşmaya devam ediyorum. Hatalı düşünüyorsam lütfen düzeltiniz.
            Doktorlara soruyorum. Kullanmamız için reçeteye yazdığınız ilaçların muhtevalarını ve etkilerini hiç incelediniz mi?
            Cevap yüzde doksan beş hayır oluyor.
            Birey olarak ilaç kutularının içine konulmuş kâğıtları okuduğumuzda her ilacın yan etkilerinin olduğunu görüyoruz. İlaçlar vücudun bir tarafını tamir ediyorsa birkaç tarafını da bozuyor. Tabii tamir ediyorsa.
            Kısaca ilaçlar “saray çatısının tamircisi” hikâyesinde geçen tamirciye benziyor.
            Hikâyeyi bilenleriniz vardır. Ama yine anlatayım.
            Geçmiş zamanlarda sultan sarayının çatısını tamir etsin diye bir usta ile anlaşmış.
            Usta her sene gidip çatıyı tamir ediyor, parasını güzel güzel alıyormuş. Daimi bir gelir kaynağı olmuş çatı işi.
            30-40 yıl sonra hastalanmış usta.
            Oğlunu tamirat için saraya göndermiş.
            Saf ve temiz niyetli oğul çatının her tarafını bir güzel tamir etmiş.
            Ertesi sene saraydan tamirat için çağıran olmamış ustayı.
            Bir sene daha geçmiş çağıran olmayınca, usta oğluna sen ne yaptın diye sormuş.
            Oğul babasına çatıyı tamir et dedin, ben de güzelce tamir ettim demiş.
            O zaman usta oğluna evladım “çatının bir tarafını tamir ederken bir tarafını tahrip etmen gerekirdi” ki, işimiz devam etsin. Bak senin yüzünden işsiz kaldık.
            Bize önerilen ilaçlar da tıpkı “çatı ustası” gibidirler. Bir tarafımızı tamir ederken pek çok yanımızı da tahrip ediyorlar. Böylece ilaç baronlarına ve küresel şeytanlara hizmet etmeye devam ediyoruz.
            Zaten küresel haydutların ilaç sanayi ile ilgili baranların istediği hasta ve iyileştirmeyen ilaçtır.
            Baronların ilaç sanayinde yıllarca çalışmış Roland Diggelman : “İlaç şirketleri için, tedavi edilmiş her hasta kaybedilmiş bir müşteri demektir” itirafında bulunmuştur.  Diggelman şöyle devam ediyor “çoğu ilaç firmasının felsefesi öldürmeyin ama sakın iyileştirmeyin” şeklindedir. Kanser, Şeker, Tansiyon, Kalp, Kemik erimesi bu hastalıklar şirketler için altın yumurtlayan tavuklardır. İlaç şirketleri kansere falan tedavi aramıyor. İnsanları kanserli bir şekilde daha uzun bir şekilde yaşatıp, sömürmeyi hedefliyorlar. Dünyanın bunu bilmeye hakkı var. …Prospektüslere bile girmeyen kalıcı yan etkileri olan ilaçlar insanlara nasıl satılıyor velhasıl tam bir kara Pazar.
            Anladım ki, dünyadaki en kirli iki sektör sırasıyla birincisi silah sanayi ve ikincisi de ilaç sanayidir. http://m.serhadhaber.com/dunyada-ilac-sektoru-oldurmeyin-ama-sakin-iyilestirmeyin-9963h.htm
            Değerli dostlar itirafı okudunuz.
            Lütfen mümkün olduğu kadar ilaç denilen zehirlerden uzak durunuz.
            Tıp ve eczacılık alanında faaliyet gösteren, yöneten bütün kurum ve kuruluşlara sesimi duyurmak istiyorum.
            Artık yan etkileri olmayan tabii ürünlerden elde edilmiş ilaç sanayini geliştirelim.
            Tabii tababet ve ilaç için çalışmayan başta sağlık bakanlığı, tıp ve eczacılık sektörü vebal altındadır.
            Tabii ilaç sanayini geliştirelim ki, insanımızı sağlığına, ülkemizi küresel haydutların şerrinden koruyabilelim.
            Selam ve Sabırla…

Faydalı  Linkler:




14 Ekim 2018 Pazar

Cenneti-i Muallâda Olasın ENDER


Cenneti-i Muallâda Olasın ENDER

Veysi ERKEN

            “İnsan bu su misali kıvrım kıvrım akar ya” diyordu merhum Necip Fazıl.
            Kıvrım kıvrım bir hayatın akabinde 13.10.2018 tarihinde cenabı Allah’ın rahmeti ve merhametine firar etti ENDER.
            Ahmet Ender Gökdemir.
            Dile kolay gelir.
            Tam kırk yedi yıl önce tanışmıştık Gaziantep’te.
            Yer Gaziantep Lisesi.
            Aynı ülkünün peşindeydik.Delikanlıydık. Kanımız delice aktığından olsa gerek yerimizde duramıyorduk.
            Hareketliydik. Nerede hareket orada bereket diyorduk.
            Dergi getirtirdik Ankara’dan. Kendi üç beş kuruşumuzla.    
Zarar ederdik dergilerden. Çoğu hediye edilirdi ülkü için.
            Az koşturmadık ENDERLE.
            Cuma Biner, Cebri Karahan, Filistan Gültekin, Bahadır Denktaş ve ben.
            Bedel ödedik İlayı Kelimetullah için.
            Dostumuz merhum Ahmet Ender’in annesinin misafiri olduk ÇIKZORIT mahallesinde.
            Kahvehanedeki tavlalara sembolümüzü nakşettik nizamı âlem için.
            Böyle başlamıştı arkadaşlığımız ve dostluğumuz. Zorunlu bir ayrılık ve bir öğretim dönemden sonra tekrar Ankara’da karşılaşmamız.
            Ben Ankara Atatürk Lisesinin son sınıfına kaydımı yaptırmıştım.
            Cuma ve Ender bir avukatlık bürosunda çalışıyorlar ve üniversite için hazırlık yapıyorlardı.
            Bir gün büyüklerimizin ANDA diye bir kitap dağıtım şirketini kurduklarını oraya getirilen kitapların taşınması için yardıma gidileceğini ilettiler bizlere.
            Cuma ve Enderle ikinci karşılaşmamız orada oldu, yolumuz Ankara Yüksek Öğretmen okulunda da kesişti ve Enderin vefatına kadar görüşmemiz devam etti.
            Merhum ENDER dostumla ilgili hatıraları, sevinçleri, kederleri, kavgaları yazacak olursam emin olun bir roman olur. Hem de binlerce sayfalık roman.
            Şu bilinmelidir ki, Ahmet ENDER bir ülkü adamıydı.
            Kusuru ve sevabıyla bir ülkü deviydi.
            Candan bir dost idi.
            Anlaşamadığımız şeyler elbette olmuştur.
            Ayağından yaralıydı.
            Ama asıl yarası gönül yarasıydı.
            Vefasızlıkları hepimiz gibi yaşadı.
            Evine sık olmamakla birlikte ziyarete giderdim.
            En son Cuma Biner arkadaşımızı yanıma alıp ziyaret etmek istemiştim. Telefonda halinin iyi olmadığını ifade etti. Bu sebeple gidemedim ziyaretine.
            En son wattsapp denilen mesajlaşma vasıtasıyla “Ben O’yum” başlıklı yazımı göndermiştim. Okudu mu? Allah bilir.
            Biz hep O diye kaldık. Umarım ki, kalırız da.
            İşte böyle aziz dostlar.
            İki kapılı bir han olan dünyamızın çıkış kapısından bir dostumuz daha çıkış yaptı.
            Vade doldu.
            Cenabı Allah istemezse hiç kimse ölemez.
            Ölüm yokluk değildir bizim için.
            Ölüm yeni yaşayışın başlangıcıdır.
            Hayatı anlamlı kılan yaşanma tarzıdır.
            Merhum Ömer Muhtar’ın ifadesiyle “hayat iman ve cihad”tır.
            Böyle bir hayatı olanın ölümden korkusu yoktur.
            “Saniyesine hükmedemediği bir hayat için fırıldak olmaz” kişi.
            Tabii ki, kişilik ise.
            Merhum dostum ENDER de nadirattandı. Hayatı iman ve cihad olarak bilenlerdendi. Bunun için fırıldak değildi.
            Eksiği, kusuru, hatası ve sevabıyla DİK duranlardandı.
            Tanıdığım ENDER,
DİK DURDU, DİK YAŞADI, DİK YÜRÜDÜ ve DİK ÖLDÜ.
            Cennet-i Muallâda, Hz. Peygamberin (s.a.v.) ravzasında olasın ENDER dost.
            Cennette Buluşmak ümidiyle.
            Cenabı Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez.
            Cenabı Allah’ın rahmeti, merhameti, esenliği ve gufranı üzerine olsun.
            Selam ve Sabırla…
           

11 Ekim 2018 Perşembe

Ben “O”yum” değil, “Ben ‘O’ Değilim* diyenlerin zamanı


Ben “O”yum” değil, “Ben ‘O’  Değilim* diyenlerin zamanı

Veysi ERKEN

Merhum Nurettin Topçu:"Hizmetine ömrümü harcadığım memlekette, dostlarım kalmadı gibi bir şey. İnsanın düşkünlüğünü, sefaletini bilirdim ama ruh sefaletinin bu kadar karanlığını görmemiştim." tespitinde bulunmuştu.
            Gerçekten çevremizdekilerin düşkünlüğünü ve ruh sefaletini görünce buna katılmamak mümkün değil.
            Atsız bir kemiğin ardında gidenlerin kimsesizliğimize güleceğini ifade ediyor.
            Esasında bunları yazmak istemezdim ama bazen gerekiyor.
            Dün aynı “dava” uğrunda dirsek, kafa çürüttüğümüz, beraber aç kaldığımız, yol yürüdüğümüz, kavgasını yaptığımız arkadaşlar bugün kendilerini makam, mevki, para, kurul üyeliği veya başka sıfatlarla kendilerini kaybetmişlerdir. Artık “ben “O” değilim” demektedirler. Telefonlara çıkmıyorlar, bırakılan notları görmüyorlar.
            En iyisi ben o değilim diyenleri kıssası ile siz gönüldaşları baş başa bırakayım:
*“Eski tarihlerde bir medresede eğitim gören çok samimi üç arkadaş medreseden mezun olduktan sonra birbirlerinden ayrılmaları çok zor olmuş. Yedikleri ve içtikleri ayrı gitmeyen bu üç samimi arkadaş; nerede, hangi işte ve hangi görevde olurlarsa olsunlar, birbirleri ile
-İrtibatı asla kesmeyeceklerine,
-Doğru Yol’dan,
-Adalet ve Hakkaniyetten ayrılmayacaklarına,
Dine ve vatana  hizmet davasından hiçbir zaman geri kalmayacaklarına" dair söz vermişler.
Aradan yıllar geçmiş birbirleri ile irtibat kuramamışlar. Çünkü o dönemde iletişim araçları sınırlı imiş.
Bunu bilen arkadaşlar zaman hepimizi yıpratır, yaşlanırız, şeklimiz şemailimiz değişir, ileride karşılaştığımızda birbirlerimizi tanımakta zorluk çekebiliriz onun için aramızda bir şifre belirleyelim oradan birbirimizi tanırız diye şifre belirlemeye karar vermişler. Çok kısa ve hatırda kalıcı bir şifrede anlaşmışlar.
O da:
“BEN ‘O' YUM ”...* olmuş.
Aradan uzun yıllar geçmiş, bizim üç idealist dava arkadaşının her biri bir köşeye savrulmuş:
- Biri Müderris (hoca),
- Diğeri sayılır bir tüccar,
- Bir diğeri de Mutasarrıf (vali) olmuş.
Tüccar olan şehir şehir dolaşırken, bir şehirde arkadaşının o şehrin mutasarrıfı (valisi) olduğunu öğrenir.
Hemen kadim dostu ve dava arkadaşını ziyaret ve tebrik etmek ister.
Kapıya varır görüşmek ister  fakat güvenlik ve bürokrasi çarkını aşmak kolay olmaz.
Görevlilere kendini tanıtıp, vali beyin medrese arkadaşı olduğunu, yıllar öncesinden tanıştıklarını, anlatmışsa da fayda etmez, sırasını beklemek zorunda kalır.
Vakit geçmiş, lâkin kendisine bir türlü sıra gelmemiş…
Nice sonra bizim tüccarın aklına mezuniyet günündeki belirledikleri şifre gelmiş.
Derhal küçük bir kâğıt parçasına:
“BEN ‘O’ YUM” diye yazmış ve görevliye uzatarak bunu, vali beye iletmesini istirham etmiş…
Onun bu ricasını isteksizce yerine getiren görevli az sonra geri dönüp aynı kâğıdı tüccara uzatmış…
Bizimki şaşırmış… Ama asıl şaşkınlığı kâğıdın arkasını çevirince yaşamış.
Kâğıdın arkasında:
“SEN O' OLABİLİRSİN AMMA BEN O' DEĞİLİM!” yazmaz mı!

Bu kıssa, günümüz insanlarını ne kadar da güzel anlatmıyor mu?
Hakikat şu ki, nice arkadaşlar makamla, parayla, şöhretle tanışıp  her imkâna sahip olunca, âdeta "Tanınmaz" hâle geliyorlar ve: *"Ben O değilim"* çizgisine savruluyorlar.
Çünkü bu kişiler, ulvi ideallerle yola çıktıkları halde amaca ulaşmak için: Yolda bulduklarını, yola çıktıklarına değişen ve amacına ulaşmak için her yolu mubah gören zayıf insanlardır...

Kıssamıza uygun bu gün:
“Ben O’yum!” diyebilen kaç gerçek dost ve arkadaş var?
Öte yandan;
“BEN ‘O' DEGİLİM” diyenler dünyaya sultan olsa ne yazar?
Gerçek dostlarınızın çoğalması temennisiyle...”
Selam ve Sabırla…