28 Nisan 2012 Cumartesi

ÜLKÜCÜ HAREKET ve ÜLKÜCÜLER


ÜLKÜCÜ HAREKET ve ÜLKÜCÜLER

Veysi ERKEN

Yetmişli yılların sonlarına doğru “ülkücü hareket” mecrasını tamamen bulmuş ve hızla yeryüzüne hâkim olmaya doğru yol alıyordu.
Kürdü, Laz’ı, Çerkez’i, Abaza’sı, Adige’si, Boşnak’ı, Arnavut’u, Arab’ı, Türkmen’i, Kırgız’ı, Azeri’si hep bir yerde buluşuyordu.
Herkes kendini “ülkücü hareket”in mensubu olarak görüyor ve bu doğrultuda gayret ediyordu.
Peki, bunun sebebi ne idi?
Bunun sebebi İlayı Kelimetullah doğrultusunda nizam-ı âlem ülküsü idi.
İşte o dönemin mutabakat çağrısı:

“İslâm Âleme inmiştir. Bütün âlemin nizamdır.Beşeri hayat biçimlerinin yetmezliği, zulmü altında kıvranan insanoğlunun Hakkı bilmesi için vahiyle gönderilmiştir.     

          "Nizâm-ı Âlem" davasının bayrağını ilk açan, Hz. Peygamberimiz efendimizdir. Açılan bayrağın altına,  zalime ve küfre başkaldıran bütün insanlar akın akın bölük bölük toplanıp İslâm medeniyetini kurmuş, insanlık tarikinin altın sayfalarını vücuda getirmiştir. Ve Nizâm-ı Âlem, asırlardan beri bütün Müslümanların, bütün iman edenlerin ortak ülküsü olmuştur.|
Bundan sonrada, kıyamete kadar Nizam âleme şamil oluncaya kadar da ülkü yüreklerde yaşayacaktır. Çünkü "Cahiliye devri" bitmemiştir. İnsanlar hâlâ küfre itaate zorlanmakta, zulüm görmektedir. İnsanlar tek sahip Allah’a değil, kullara kölelik ettirilmektedir. Para, rütbe, mal gibi çağın firavunları karşısında secde etmesi, tapınması istenmektedir. Allah'ın en kutsal mahlûku insan, şerefini, insanlık kıymetini, değerlerini ayaklar altına almaya zorlanmaktadır.
Küfrün zulmüne. İslâm adına, hakikat adına karşı çıkıyor ve küfre karşı açılmış mücadele bayrağını yükseltmek için saflardaki yerimizi alıyoruz.
 Küfrün azgınlaştığı bir devirdeyiz.
Müslümanların parça bölük oluşu onlara güç kazandırmakta, meydanlarda rahatça at oynatmalarına sebep olmaktadır. Karşılarında sadece canıyla, kanıyla şanlı bir direniş veren Müslüman Türk Gençliği vardır. Maalesef Müslüman kardeşlerimizin bir kısmı küfürle İslâm'ın bu kavgasına seyirci olmuştur. Gün geçmekle, kavga şiddetlenmektedir.
Geçen her an, atılacak her adım bu kavganın neticesini belirleyecek bir nitelik kazanmıştır. Artık hiçbir Müslüman bu mücadelenin seyircisi olmamalıdır. Çünkü küfür güçlerinin kazandığı her cephe, bütün Müslümanların omuzlarına, hesabı verilmesi korkunç bir vebal yüklemektedir.
Müslümanlar, parti, grup, dernek taassubunu yıkarak, küfre karşı güç birliğini mutlaka sağlamalıdırlar. Ancak o zaman küfrün oyunları bozulup, helak olacak ve inşallah İslâm, payidar olacaktır.
Müslümanların sadece mücadele sahasında bile, el ele, gönül gönüle yapacakları bir güç birliği, küfür güçlerinin en büyük korkusudur. Küfür bu korkuyu tadmalıdır.
İman edenlerin ittihadına engel olmak için demagoji yapanlar, küfrün ekmeğine yağ süren bu davranışlarından dolayı, en iyimser düşünceyle ya gaflet, ya da ihanet içindedirler. 
Müslümanlar,
Şanlı Peygamber'imizin (SAV) ümmetine tevdi ettiği davaya. Nizam-t Âlem davasına sahip çıkmalı Kâfirlerin yüzüne, kavga meydanlarında "İslâm'ı '' haykıralım.
 Kahrolsun küfür, kahrolsun küfrün uşakları!
Yaşasın Müslümanların İTTİHADI
05.10.1979 tarihli Nizam-ı Âlem Gazete’sininde yayınlanmış olan bu mutabakat metni kitleleri cezb etmiş ve ülkücü hareket toplanma ve tevhid alanı olmuştu.
Malum merkezlerin veletleri buna tahamul edemedi.
Mutabakat engellendi.
“ülkücü hareket cazibe merkezi ”olmaktan uzaklaştırıldı. Artık ülkücülerin nizamı âlem ülküsü yok.
Bunu yazmamın bir tek sebebi var?
Günümüzde kendini ülkücü olarak lanse etmeye çalışan başta bazı akademisyenler olmak üzere bir güruhun icraatları.
Mevlana’nın “ya olduğun gibi görün, ya da göründüğü gibi ol” düsturu gereğince hareket ediniz ve “ülkücü” sıfatına layık olamıyorsanız o sıfatı kullanmayınız.
Selam ve Sabırla…

21 Nisan 2012 Cumartesi

MAKEDONYA’DA EVLAD-I FATİHAN*

MAKEDONYA’DA EVLAD-ı fatihan*

Asırlarca nizam-ı âlem ülküsü ile dünyaya adalet dağıtmaya çalışan atalarımızdan kalan yadigârları gördükçe hüzünleniyoruz.

Maddi eserleri ihya etmek güzeldir. Bana kalırsa “mazruf”tan başlamak gerekir. Biz insanı ihya ve inşa edersek zarf konumundaki eserler daha çabuk ihya olur.

Bu düşünceler içinde gark olduğum bir zaman diliminde daha önce temaşa ettiğim bir bölge ile ilgili bir yazıyı kıymetli dost Mustafa Bozdemir Bey tarafıma gönderdi.

Böyle bir yazının gereğini yapmak hepimizin görevi.

Siz değerli gönüldaşlarla paylaşıyorum.

Umulur ki, ihya olmuşlar ihyaya katkı sağlar.

“1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi (93 Harbi) ve 1912 Balkan Harbi… Ardından yaşanan toprak kayıplarıyla birlikte başta Bosna, Kosova, Makedonya ve Batı Trakya olmak üzere Balkanlardaki Müslümanlar için çok zor günler de başlamış oldu. Osmanlı-Rus Harbi'nin ardından Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bulgaristan Prensliği yarı bağımsız hale geldi. Bir buçuk milyon Müslüman muhacir konumuna düşerek, Rumeli ve Anadolu'ya göç etmek zorunda kaldı.

Yaşanan katliam ve göçler sırasında, altı yüz bin civarında Müslüman şehit oldu. 1923-1933 arasında Yugoslavya'dan 110.000, 1923-1938 yılları arasında Romanya'dan 115.000, 1923-1949 yılları arasında Bulgaristan'dan 220.000, 1923-1945 yılları arasında Yunanistan'dan 400.000 Evlad-ı Fatihan Anavatana göç etmek zorunda kalmıştı.

Makedon ve Müslümanlar, Osmanlı’nın gerçekleştirdiği kardeşlik, barış, sevgi, hoşgörü ikliminde yaşayıp giderken, 1950’li yıllarda Makedonya’nın Ustrumca’ya bağlı Susiçani köyünde yaşayan, Türkler de fanatik, insanlık düşmanı Makedonlar tarafından yapılan baskı ve saldırılar sonunda, Ana vatan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalıyorlar… Yaşanan zulüm sonrası yurt edindikleri toprakları bırakarak, dostça kardeşçe yaşadıkları komşularından ayrılıyordu…

Uzun yıllar kaderine terk edilen Susiçani köy Camii, bakımsızlıktan yıkılıyor, minarenin şerefeden sonrası yıkılmış olmasına rağmen, gövdesi yıkılmamak için adeta zamana meydan okuyor. Bu duruma üzülen bir Makedon vatandaş, Türk Büyükelçiliğine bir yazı göndererek, köydeki caminin restore edilerek ayağa kaldırılmasını talep ediyor. Büyükelçilik yazıyı TİKA’ya havale ediyor. TİKA koordinatörü. olarak bir Makedon vatandaşının böyle bir talepte bulunması çok ilgimi çekmişti, konuyu yerinde incelemek üzere köye ulaşıyorum… Köy meydanında bahse konu olan Camiyi görünce içim burkuldu, bir an bu köyü terk eden soydaşlarımıza kızacaktım, yutkundum… Onlarda istemezdi yurt edindikleri toprakları bırakmayı, kim bilir ne sıkıntı yaşadılar…

Bir an önce, caminin restorasyonu için talepte bulunan köylüyü bulup konuşmak istiyordum. Karşımıza çıkan markete girdik, aradığımız kişiyi sorunca, Market sahibi; aradığımız kişinin yaşlanınca köyden ayrıldığını, Ustrumca’da yakınlarının yanında kaldığını söyledi… Oradan telefon ederek kendisine ulaştık, tercüman aracılığı ile geliş nedenimizi anlattık, çok sevinmişti, en kısa zamanda görüşmek dileğiyle konuşmayı sona erdirdik…

Biraz da market sahibi ile konuşmak isteyince, babası ile tanışmaları halinde daha geniş bilgi alabileceğimizi söyledi… Bunun üzerine evlerinin önünde oturan yaşlı Makedon’la tanıştık… TİKA’dan geldiğimizi söyleyince ilk sözü, camiyi işaret ederek “burayı ya yıkın ya da yapın” dedi. Neden bu caminin yapılmasını istiyorsunuz? Burada yaşayan Müslüman kalmamış dedim…

Yıllar öncesine dönmüş gibi uzaklara bakarak hüzünlü bir şekilde anlatmaya başladı… “biz bu köyde yıllardır Müslüman komşularımızla dostça, kardeşçe, huzur ve güven içinde yaşadık, iyi gün ve kötü günlerimizde hep beraber olduk…1950 yıllarında dışarıdan gelen çetelerin saldırılarına ve baskılarına karşı komşularımız bu köyü terk etmek zorunda kaldılar. Onlar için elimizden bir şey gelmedi, Onları hiç unutmadık, ayrılmalarına çok üzüldük…

Osmanlı döneminde huzur barış ve güven vardı, düşmanlık yoktu… kardeşlik vardı… Tarih kitaplarının yazdıklarına ben inanmıyorum, bu toprağın her M2 sinde binlerce kemiği olan bir millet asla zulüm yapmaz… Benim tespit ettiğim bine yakın kelime hala Makedonca da kullanılmaktadır, biz Osmanlı’dan baskı ve zulüm görmedik…”

Böyle diyordu yaşlı Makedon, Bu sözler çok samimi ve içtenlikle söylenmiş sözlerdi. Balkanlarda yaşayan yaşlılar Osmanlı’yı seviyor… Bu ifadeler karşısında, Ceddim Osmanlı ile bir kere daha gurur duydum… Başımız dik dolaşabiliyorsak o topraklarda bunun için… Gençler yanlış anlatılan tarihin kurbanı oluyorlar… Bir vesile ile Türkiye’ye gelen öğrenciler araştırıyor, inceliyor gerçeği öğreniyor… İletişim çağında gerçekler örtbas edilemiyor artık…

7-8 asır bu toprakları yurt edinmiş Müslümanlar, asırlardır, multi etnik bir topluluk ve farklı dini inançları ile bir arada yaşamayı başarmışlar. Özellikle Osmanlı döneminde barış ve huzur ortamında insanlar dinlerini ve mabetlerini korumuşlar. Günümüzde ise göçe zorlanan Müslümanların terk ettiği yerleşim yerlerinde camiler, minareler mahzun, geriye kalan bir avuç Müslüman o eserleri ayakta tutmaya çalışıyor, yardım bekliyorlar. Bu eserlerin % 80 i yıkılmış hiç olmazsa geriye kalanları korumak mümkün…

Yukarıda anlatıldığı üzere Balkanlar’da örnekleri çok olan mevcut camilerin minarelerini restore edip yıkılan camilerin enkazını kaldırıp etrafını yüksek duvarla çevirip, mevcut mezar taşları ve duvar kalıntıları ile küçük bir açık hava müzesi ya da bir anı mabet olarak düzenlenmesi mümkün olabilir.

İslam birliğine teslim edilerek yaşatılacağına inandığım bu tarihi mekânlarda göç edenlerin isimleri yazılarak, hem orada yaşayan Makedonların talebi yerine gelmiş, hem de gelecek nesillere tarihi bir miras bırakılmış olacaktır. Bu Evlad-ı Fatihana vefa borcudur. 20.04.2012

*Mustafa Bozdemir, Mimar-Şehir Plancı (2010 yılı Tika Üsküp Koordinatörü)

14 Nisan 2012 Cumartesi

İşbirlikçiler

İşbirlikçiler

Veysi ERKEN

Geçen hafta “Efendiler Nereye?” diye sormuştum.

Galiba bir yere kaçamayacaklar.

Hesap verecekler.

Nihayet başladı.

12 Eylül referandumu sonuçları görülmeye başlandı. Darbeciler hesap vermeye başladı.

Güzel başlangıç.

27 Mayıs darbesini hatırlamam. Yaşım müsait değildi.

Özellikle 12 Eylül ve 28 Şubatın mağdurlarındanım. Özel mağduriyetleri hesaba katmıyorum. Sadece genel olarak mağduriyetler bile bizi bizar etti.

Sıra 28 Şubatçılara geldi.

O dönem dik duranlar belli. “Türkiye Suriye olmayacak” haykırışı ile dik duran bir camianın mensubuyum. Merhum Yazıcıoğlu ile beraber olmaktan her zaman mutluluk duydum.

O süreçte Gündüz gazetesinde yazmaktan ve darbecilere karşı olmaktan dolayı mutluyum. O dönemde işbirlikçiler doçentliğimi engelledi. Önemli değil.

Bugün Meral Akşener, Bülent Orakoğlu, Kadir Sarmusak ve Mehmet Baransu başta olmak üzere herkes haykırıyor.

İşbirlikçiler ne olacak.

Post modern darbecilerin şakşakçıları, yalakaları, brifingcileri ve işbirlikçileri ne olacak?

Darbecileri medya şeytanları, sermayedarları ve hortumcularından hesap sorulmayacak mı?

Evet, bizler “eksik ama evet” demiştik referandumda.

Eksiklikler giderilmeli ve darbecilerin yanında kim yer almışsa, onları kim alkışlamış ve milletin çocuklarına eziyet etmişse hesabını vermeli.

Kim ki, hortumlarını milletin cebine salıp kendini ve efendilerini palazlandırmışsa hesap vermeli, sermayesi millete aktarılmalıdır.

Kısaca 28 Şubatçılardan, 27 Nisancılarda ve dahi tüm darbecilerden ve işbirlikçilerinde hesap sorma vakti geldi.

Meral Akşener bildiklerini anlatmalık, kazıkçılardan hesap sormalı.

Kadir Sarmusak işkencecilerinden hakkını almalı.

Bülent Orakoğlunun hakkı iade edilmeli.

Hele hele “gidemeyenlerin Ülkesi”nde eşinden, aşından, işinden, okulundan ve başka imkânlarından mahrum bırakılan ve mağdur edilen herkesin hakkının iade edileceği bir adalet bekliyoruz.

Ki, darbeciler ebediyen hayatımızdan çıksın.

Selam ve Sabırla.

7 Nisan 2012 Cumartesi

“Efendiler Nereye?”

“Efendiler Nereye?”

Veysi ERKEN

Ergenekon, Balyoz, Sarıkız, Ay ışığı derken sıra 12 Eylülcülere geldi. Galiba derin ve kirli ilşkiler ortaya çıkacak. 28 Şubatçılar, 27 Nisancılar beklemede. Ülkemizde Alevi- Sunni, Kürt-Türk, Örtülü-Örtüsüz, Doğulu- Batılı kavramları üzerinde kavga ve bölünme meydana getirmek isteyenler deşifre olmaya devam edecek.

12 Eylül ile ilgili davada gelinen noktada efendiler ve yardakçılarının tutuştuğunu görüyoruz. Artık yargılanamazlar, bir şey çıkmaz, bu bir tiyatro oyunudur diye yırtınanlar seslerini kesmeye ve efendileri gibi kaçmaya hazırlanıyorlar.

Artık toplum daha bilinçlidir.

Kendini bir yafta ile kandırmaya çalışan yardakçılara ve görevlilere kanmamaktadır.

Toplum partileri, parti liderlerini, sivil zannedilen kuruluşları ve yöneticilerini sorgulamaktadır.

İşte medyadaki, siyasetteki, ticaretteki, yargıdaki velhasıl bütün kurum ve kuruluşlardaki kışkırtıcılar deşifre oluyor.

Korkmaya başladılar.

Yazılarına bakın anlarsınız.

İşte bu tiplere Refik Halid Karay’ın efendiler nereye başlıklı yazısıyla seslenmek istiyorum. Bu yazıyı pek çok yerden edinebilirsiniz. Lütfen okuyun ve gerçekleri görün.

İşte o yazı:*

“Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye?
Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahtakuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar... Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahtakuruları nereye?
Kedisiz evlerde fareler vardır; kilerlere girerler, dolapları delerler, şunu, bunu kemirip, sağa sola koşuşup baş köşede gezerler, bir pıtırtı olunca deliklere girerler... Galiba koku aldınız, kedi geliyor; koca fareler nereye?
Dul annelerin haylaz çocukları vardır; sandıkları kırarlar, paraları çalarlar, bohçaları aşırıp Yahudi [eskiciye] satarlar ve sonra korkup sokak sokak kaçarlar... Galiba foyanız meydana çıktı, yakanız ele geçecek, ziyankâr evlatlar nereye?
Vurdular, kırdılar; yaktılar, yıktılar; astılar, kestiler; kastılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar; memlekete düşmanları sokarak üzerimizden aştılar...
Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı paşalar damdan dama nereye?
***
Siz âmir olmadınız, sergerdelik [kabadayılık] ettiniz... Siz valilik yapmadınız, asesbaşılık [polis şefliği] ettiniz... Efelere, taş çıkardınız; zorbalara parmak ısırttınız...
“As” deyince sıra sıra darağaçları kurulur, “yak” deyince alev alev meşaleler tutuşur, “bas!” deyince tabur tabur jandarmalar üşüşürdü... Elinizde zindan anahtarları, belinizde idam ipleri, sırtınızda darağaçları vilâyet vilâyet dolaştınız... Beş senedir her tarafta kargalara insan leşinden öbek öbek ziyafetler çektiniz; akbabaları çocuk ölüsü ile besleyip kartalları artık Âdem etinden tiksindirdiniz.
Muhalif mi? Al aşağı...

Muharrir mi? Vur başına...

Türk mü? Sür ölüme...

Rum mu? İste parasını...

Ermeni mi? Kes kafasını...

Arap mı? Çek ipe...

Kadın mı? Gönder eve...

Haydut mu? Buyurun köşeye...

Külhanbeyi mi? Gelsin yanıma...

Yahudi mi? Sor fikrini...

Kalan kimseye at sopayı... Paraları koy cebine... İşte sizin programınız bu!
Palalarla sopalarla işe giriştiniz; sürülerle insanları dağ başlarına götürüp satırlardan geçirdiniz; babaları, evlatları yoktan yere harcayarak Anadolu içerisinde dul kadından, yoksul yetimden başkasını bırakmadınız. Ne oluyordunuz? Bu kanlı işgüzarlıklar, bu canavar akını, bu fitne ve fesat siyaseti ne fayda verecekti? Ne kazanacaktık? Dünyayı mı alacaktık, Mısır’a sultan mı olacak, Hind’e şah mı gidecektik?
Sizin sadrazamlıkla, seraskerlikle, nâzırlıkla gözleriniz doymamıştı, a padişah heveslileri... Şam’da, Halep’te az daha namınıza hutbe okutup, isminize sikke kestirecektiniz. Yiğitlik sizde, kahramanlık sizde, avurt zavurt sizde, caka tavır, hepsi sizdeydi... Şimdi böyle sinsi sansar gibi tavandan tavana nereye?
***

Evet, nereye gidiyorlar? Mahalle kahvesinden bir adımda sadârete, meyhane peykesinden bir basışta nezârete, tulumbacı koğuşundan bir hamlede vilâyete eren bu türediler nereye gidiyorlar? Kendileri kürklere büründüler, milletin derisini soydular... Anamıza sövdüler, babamızı dövdüler, hulâsa bacağından yakalayıp bu devleti yerden yere vurdular, paçavraya çevirdiler.

İşte milleti artık büsbütün öldürdüklerinden emin olsunlar... kollarımızda bir zerre kuvvet kalmış olsaydı, yakalarından yapışır öcümüzü alırdık... Halbuki kollarını sallıya sallıya, yüzümüze tüküre tüküre gittiler.
Aşkolsun! At da size yaraşır; meydan da. Bizde bu ölü kan, sizde o yaman surat olduktan sonra bir gün olur yine gelirsiniz... Biz size: “Kırk katır mı, kırk satır mı?” diye soramadık; yarın sizin bize:
- Ölümlerden ölüm beğen!
Demek artık hakkınızdır. Lâyıkımız olan paşalar! Topumuzun başını bir kılıçla çıkarmadan [uçurmadan] nereye?
5 Kasım 1918 günü Zaman “

Not: Talat Paşa kabinesi 8 Ekim 1918 günü istifa etmiş ve 30 Ekim’de Mondros Mütarekesi imzalanarak savaşın kaybedildiği tescil edilmiştir. 1 Kasım günü İttihat ve Terakki son kongresini toplayarak kendisini feshetmiştir. Artık İstanbul’un işgali beklenmektedir. 2 Kasım gecesi üst düzey İttihatçılar bir Alman torpidosuna binerek ülkelerini yüzüstü bırakarak kaçarlar.

Kaynak: Efendiler Nereye?Halid Refik Karay, http://ozanoyunbozan.blogspot.com/2009/09/efendiler-nereye.html

Selam ve Sabırla.