30 Ocak 2022 Pazar

Zeki Gürel: Bir “Beyin” Hicretinin Teşrihi

 Zeki Gürel: Bir “Beyin” Hicretinin Teşrihi

Veysi ERKEN

Öz yurdunda garip olma duygusunu yaşadınız mı hiç?

Hele hele mukaddesleriniz için hicreti göze alabildiniz mi?

İşte böyle duyguları benim gibi yaşayan insanları tanıdım.

Onlarla hemhal oldum. İçin için ağlıyorlardı ama dertlerini ve garipliklerini hiç kimseye hissettirmek istemiyorlardı.

Onlar her şeye rağmen Türkiye sevdalısıydılar, ülkücüydüler. “Bir garip öldü diyeler/ Üç gün sonra duyalar/ Soğuk suyla yuyalar” mısralarını ruhlarının derinliklerinde yaşasalar da hicreti düşünmüyorlardı.

 Vatanda gurbeti başka yere/yerlere tercih ediyorlardı.

Sabrettiler, direndiler olmadı.

Beyin göçünü istemiyorlardı ekmeğini yedikleri, suyunu içtikleri vatanlarından.

Hizmet aşkıyla yüklüydüler. Güzide gençliği yetiştirmek istiyorlardı. Deryada bir damlada olsa katkılarının olması gayretindeydiler.

Olmadı.

Çok hırpalandılar.

Zeki ve Rana Gürel idi adları.

İşte bu ülkü devi insanlar, ülkesine ve ülküsüne âşık insanlar hicrete zorlandılar.

Ülkesine ve milletine hizmet etme sevdasından zerre mıskal taviz vermeyenlerin hicret ızdırabını yaşadı bu ülke.

Ülkücü bir ailenin garipliğini tattı bu ülke.

Bir dost uçtu gurbete sırf hanımının örtüsü için.

Öz yurdunda garipliği ve kimsesizliği yaşadığı için.

İnancından taviz vermediği için.

Tavize alışık değillerdi ecdadından taşıdığı genler hasebiyle.

Ataları da göç etmişlerdi vatana hizmet diye.  O da ecdadının yolunu tutacaktı, gittiği yere ışık saçacaktı örtülü hanımıyla.

Dedik ya; alışık idiler sülalece hicrete.

Anadolu’dan Balkanlara giden evlad-ı fatihanın neslindendi ne de olsa. Orta Anadolu’nun güzel bir şehrinin Kayseri’nin çocuğu olduğu halde Balkanlarda yaşayan akrabalarını hiç unutmamıştı ülkü eri.

O her yerde ve her zaman sadece hizmeti düşünürdü Türk coğrafyası sevdalısı olduğu için.

Zeki’nin hayat serüveninin ilk duraklarından biriydi Urfa.

O gencecik bir öğretmendi.

Köy çocuklarına sevgiyi, bilgiyi, mahareti ve hüneri öğretecekti, olmadı.

Hizmetini engellediler sevgi ve bilgi düşmanları.

O yılmadı baskılardan.

Kader çizgisi ona bir yön tayin etmişti bu devrede. Zira o edebiyat fakültesini kazanmış ve köyü terk etmesi mukadder olmuştu.

Zeki bin bir zorlukla üniversiteyi bitirdi Dar’ul-Mualliminle (Ankara Yüksek Öğretmen Okulu) birlikte.

O artık çocukları değil gençliği eğitecekti.

Türkiye’nin yarınına katkısı olacaktı. Bu gayeyle öğretim görevlisi oldu. O azimliydi. Öğretirken öğrenmeye devam ediyordu.

Azmin elinden bir şey kurtulmazdı inancına göre.

Gayret etti ve doktorasını bitirdi. Öğretim görevlisiyken.

Zeki inancına uygun bir eş bulmuştu.

Rana hem hanımı hem de meslektaşıydı.

O da Zeki gibi Türkiye sevdalısıydı.

Zeki arkadaşının daveti üzerine başka bir fakülteye öğretim üyesi olarak gitti. Hem de yönetici olarak. Hem hizmet edecek, hem de arkadaşına yardımcı olacaktı.

Ne de olsa arkadaşıyla aynı yağmurlarda ıslanmışlardı.

Hicretinin iyi günlere vesile olacağını düşünüyordu.

Olmadı.

İyi günler yerine sıkıntılar başlamıştı.

Hem de sıkıntının başı arkadaşıydı.

Zeki arkadaşını tanıyamıyordu.

Değişmişti arkadaşı.

O artık ülkücü değil sistemin adamıydı.

İnancından taviz vermeyi marifet zannediyordu.

İnançlı olduğunu zannettiği arkadaşı eşinin örtüsüne takmıştı.

Örtü bahane baskı şahane idi artık.

Bir mana veremiyordu Zeki.

Giyim tarzının bilgiye engel olduğunu kavrayamıyordu Zeki.

Sanki zekâsı durmuştu.

Yıllardır bilgiye engel olmayan örtü birden bire Çin setti oluvermişti.

Örtülüler öğretme kabiliyetlerini kaybetmişti arkadaşının gözünde.

Arkadaşı terminatör olmuştu örtülüler için. Önüne çıkan her örtülüyü yok etmeliydi âlî menfaatler için.

Zeki ülkenin yetişmiş insan gücüne ihtiyacı olduğunu, eşinin yetişmiş bir beyin gücü olduğunu söylüyordu.

Örtü yıllardır çalışmasına mani değildi.

Neden örtüye takılmıştı arkadaşı.

Bunu hazmedemiyordu Zeki.

Sıkıntılar, soruşturmalar ve hatta atılmalar ne Zeki’yi ne de Rana hanımı tavize yöneltemedi.

Onlar için inandığı gibi yaşamak üç kuruşluk dünyevî menfaatten ehemmiyetli idi. Sıkıntılar gelip geçici olmalıydı. Sıkıntılara, eziyetlere, atılmalara Hz. Eyub’ün sabrıyla katlanmalıydılar.

Katlandılar da. Ama nereye kadar? Sadece kendileri olsaydı önemli değildi.

Sıkıntıyı çeken aynı zamanda çocuklarıydı. Hele nur topu kızlarının anneciğim, babacığım ben de büyüdüğüm zaman örtüm yüzünden öğretmenlik yapamayacak mıyım sorusu onları kahrediyordu.

Bu soruya cevap veremiyorlardı öz yurdunda parya muamelesi gören ebeveyn.

Zihinleri zonkluyor.

 Ama çocuklarını avutamıyorlardı.

Çocuk da olsa her gün örtüsü yüzünden üzülen, okuluna gidemeyen anasını görüyor ve süründürülen ablalarını seyrediyordu televizyonlarda.

Eziyetli günler ve sahneler günler, aylar, hatta yıllar sürdü.

Sıkıntılarını artık gizleyemiyorlardı.

Çünkü gizlenemeyecek hal almıştı.

Çocuklarla birlikte ebeveynin halet-i ruhiyeleri de bozulmuştu yüz binler gibi.

Kendi ülkelerinde her gün aynı çileyi çekmek, aynı görüntüleri seyretmek, aynı suallere muhatap olmak dayanılmaz bir hal idi.

Her şeye rağmen onlar inançlarında sebat ettiler.

Rana örtüsünü açmadı dünyevî paralıklar için.

Kader çizgisi onlara yine hicreti gösteriyordu inanç için, örtü için.

Gerekirse hicret mukaddes değerler için yapılmalıydı.

Herkesin hicreti niyetine göre değer kazanıyordu ukbada.

Onlar bunun için katlandılar hicrete.

Bunun için göç ettiler çok sevdikleri vatanlarından muhacirler gibi. 

Kadere bakın, bu sefer hicretin yönü değişmişti.

Hicrette batıya değil doğuyaydı istikamet

Anayurttan Ata yurda doğruydu.

Orada hizmet edecek ve gençliği yetiştireceklerdi inançlarından taviz vermeden.

Rana yılların ateist bilinen ülkesinde hizmet edecekti örtüsüyle.

Tam Yesevice.

Hani Ahmet Yesevi Anadolu’ya gönderdiği kişilere atınızın durduğu yerde durunuz ve oradaki insanları eğitiniz demişti ya asırlarca evvel.

Zeki ve Rana de aynı şeyi yapmak üzere uçtular.

Hem de yetişmiş beyinleriyle hicret ederek.

Güle güle öz yurdumuzun garipleri, ata yurdun yeni sakinleri.

Güle güle Zeki ve Rana Gürel.

Güle güle dostlarım, dava ve ülkü arkadaşlarım.

Güle güle örtüsüne sahip çıkan sevimli çocuk.

Hep sevimli ve örtülü kal çocuk.

Hicretiniz mübarek olsun dostlarım.

Dualarınızı esirgemeyin kalanlar için emi.

Selam olsun zulümden dolayı hicrete zorlananlara.

Selam, selam.

Binlerce selamla gidin ata yurduna.

Ekranların Arkasında Kimler Var*

  Ekranların Arkasında Kimler Var*

Veysi ERKEN

Olay ve olguları doğru okuyabilmek için “satırları” değil “satırlar arasını” okuyabilmek gerekir.

Satır aralarını okuyabilmek için görünenin arkasındaki elleri, beyinleri ve satılmışları bilmek gerek.

Bu bağlamda yıllar önce iktibas ettiğim bir yazıyı tekrar yayınlıyorum.

Gizli toplantıları, satılmış gazetecileri, fonlanan şerefsizleri ve örgütleri daha kolay anlarsınız.

Tabii ki, anlamak isteyenler için geçerlidir.

İşte o yazı.

Okuyun, düşünün, anlayın ve hainleri çözün.

“Dünya tarihinde hiçbir iktidar sahibi, bugün Amerikan kitle iletişim araçlarını yönlendiren bir avuç kişinin sahip olduğu imkânlara sahip olmamıştır. Üstelik bu iktidar, hiçte öyle soyut bir ‘iktidar’ değil; bu iktidar, elle tutulur, gözle görülür bir biçimde evlere giriyor, çoluk çocuk dinlemeden milyonlarca insanın zihnini denetim altında tutuyor.

Kitle iletişim araçlarıyla, önce bir dünya imajı çiziliyor, ardından da, çizilen bu imaj hakkında ne düşünülmesi gerektiği kitlelere empoze ediliyor. Bir başka deyişle, üzerinde düşünülecek dünya da, bu dünya hakkında düşünülebilecek şeyler ve düşünme biçimleri de, bu bir avuç insan tarafından tayin ediliyor.

Kendi yakın çevremiz ve yüz yüze iletişimde bulunduğumuz insanlar hakkında sahip olduğumuz bilgiler dışında, dünya hakkında bütün bildiklerimiz veya bildiğimizi sandıklarımız bize günlük gazeteler, haftalık dergiler, radyolar ve televizyonlar gibi kitle iletişim araçlarından aktarılıyor, benimsetiliyor.

     Hangi haberlerin bize ulaştırılması gerektiğine, hangi sırayla ulaştırılacağına ve dünya imajımızın hangi kelimelerle çizileceğine hep bizim dışımızda yüzlerini bile görmediğimiz bu insanlar karar veriyorlar. Bununla da yetinmiyorlar, bize ulaştırdıkları bu haberleri, ayrıca tahlil de ediyorlar: Böylece neyi nasıl düşüneceğimizi de bu insanlardan öğreniyoruz.  Nabi Avcı, Kitle Kültürü Enformatik Cehalet,  Rehber Yayınları, Ankara 1990. 170-171.  14.10.2001*  

Tekrar tekrar okuyun ne demek istediğimi anlarsınız.

Selam ve Sabırla…                   

Ekrem İngiliz’le Neyi Görüştü, Murat İsviçre’ye neden gitti?

 Ekrem İngiliz’le Neyi Görüştü, Murat İsviçre’ye neden gitti?

Veysi Erken

Ekrem İngiliz elçisi ile görüşürken sözcüsü Murat da Cenevre’de bulunuyormuş.

Elhak doğrudur.

Zaten gizlemediler(!), ayan beyan görüşme yaptı ve sözcüsünü araştırma ve geliştirme için İsviçre’ye gönderdi.

Garipsenecek ne var bunda.

Ekrem İstanbul’un ve ya Türkiye’nin İngiltere’den nasıl yönetileceğinin görüşmelerini yapıyordu herhalde.

Malum devir “uzaktan yönetim” devri.

Tabii ki, İngilizler karakaşımıza, kara gözümüze âşık olduklarından Ekremi kıramamışlardır diye düşünüyorum.

Hatta belediyenin bütçesine yük olmasın diye rakı ve balığın parasını muhtemeldir ki, onlar ödediler.

Hani bizler lokantaya bir yemeye gittiğimizde hesabı ödemek için yarışırız ya.

İngiliz elçisi de her halde böyle yapmıştır.

Olmaz Ekremciğim hesabı ben ödeyeceğim.

Bu kar, fırtına ve yolların tıkalı olduğu bir zamanda, günde zahmet ettin, geldin. İstanbul veya Türkiye’nin İngiltere’den “uzaktan yönetim” teknikleriyle nasıl yönetileceğini bize öğretmek için geldin ya, hesabı sana mı ödeteceğiz?

Olmaz Ekremciğim zaten elemanını da İsviçre’ye göndermişsin bir de onun masrafları var.

Olmaz Ekremciğim olmaz, hesabı ben ödeyeceğim demiştir herhalde.

Elçi bir de tutanakları da yayınlayalım demiş olmalıdır.

Bildiğim kadarıyla resmi görüşmelerde tutanak tutulur.

Görüşme özel olmasa gerek.

Ne de olsa İngiliz elçisi ile görüşülüyor.

Sahi unutmayalım.

Bir de Murat İsviçre’ye tatile gitmiş değil.

O da İstanbul’un sokaklarını, hatta kaldırımlarını “kayak merkezi”ne nasıl çevirebileceklerini araştırmaya gönderilmiş olmalı diye düşünüyorum.

Tabii ki, İstanbul’un sokakları, caddeleri, ana yolları ve kaldırımları kayak pistlerine dönüştürülünce turist akını başlayacak İstanbullu zenginleşecek.

Evet dostlar.

Unutmayalım.

Ekrem.

Uzaktan yönetim sistemini İngilizlere öğretmek için lokantaya gitmiştir ve sadece 600 saniye kalmıştır.

İftiradır gerisi.

Görüşme o kadar açık ve seçiktir ki, tutanakları elli yıl sonra yayınlanacaktır herhalde.

Sabrederseniz öğrenirsiniz.

Malum sabırla koruk helva olurmuş.

Gelim sabredin ve görün İstanbul’un kaldırımlarının bile nasıl “kayak Pisti”ne çevrildiğini ve İstanbul’un “uzaktan yönetim” tekniği ile İngiltere’den nasıl yönetildiğini.

Peki, bunları niye yazıyorum.

Tarihe not düşmek için.

Unutulmasın.

Bilindiği üzere “unutmak pusudur”

Unutmayalım ve her gün hatırlayarak hatırlatalım.

Selam ve Sabırla…

 

19 Ocak 2022 Çarşamba

Fıkıh- Fıkh etme

Fıkıh

Veysi ERKEN 

Toplumsal hayatın yöneten ve yönetilenler için bir olması gerektiğine göre, hayatı şekillendiren davranış, tutum ve tavırlara dönüştüren ilke ve kuralların da bir olması gerekir.

Bir başka deyişle toplumun dayandığı fikir demeti veya felsefenin bir olması icap eder. Müştereklerini kaybeden, farklı ilke ve kurallara göre hayatını tanzim eden toplumların uzun vadede iflahı söz konusu olamaz.

İçine düştüğümüz sıkıntıların kaynağında yöneten- yönetilen bağlamında müştereklerimizin azalması veya olanların yok edilmesi bulunmaktadır denilse mübalağa olmaz. Üzülerek belirtmeliyiz ki, toplumu oluşturan bireylerin davranış kalıplarının temelini teşkil eden ilkeler demeti yok edilmiştir.

Yöneten- yönetilen bağlamında veya bireysel anlamda herkesin kendine göre ilkesi söz konusu olmaya başlamış bu durum toplumun müşterek değerlerini ortadan kaldırmıştır.

Bu duruma düşmemizin nedeni müşterek değerlerimizi oluşturan felsefenin sistematik bir şekilde ortadan kaldırılmasıdır. Geçmiş ve bugün bağlamında toplumsal hayatımıza bu zaviyeden baktığımızda geçmişimizde ortak paydamızın “fıkıh”ın olduğunu görürüz.

Fıkıh en geniş tanımıyla bireylerin tutum, tavır ve davranışlarla alakalı dinî meselelerin bilgisidir. Birey hayatının bütününü kapsayan tutum, tavır ve davranışları benimsediği veya kendisine benimsetilen “ilke ve değerler manzumesi” ne göre şekillendirir. Dünyanın neresinde olursak olalım birey niteliklerini aynı şekilde kazanır.

Geçmişte toplumsal hayat felsefemiz “din u devlet, mülk ü millet”  ilkesine müstenit olduğundan, fıkıh sosyal ilişkilerimizin anlamını sağlama vazifesini görmekte idi. Zira Müslüman bireylerin sosyal ilişkilerinde dinî veçhesi olmayan hiçbir tutum, tavır ve davranış söz konusu değildi ve olmamaktaydı.

Fıkıh bu anlamda hem dünyevî (evlilik, alışveriş, cezalar “muamelat, ahlak” vs.) hem de uhrevî (namaz, Hac, Zekât, oruç “ibadat”) hayatın müştereklerini oluşturan bir alandı geçmişimizde.

Fıtrat gereği ihtiyaçlar, toplum hayatını zorunlu kıldığından ihtiyaçların tamamı Müslüman toplumlarda fıkhın konusuna girer.  Bilhassa fıkıh dinamik ve değişken olan konularda asgari müşterekleri üç ana akıl yürütme ile çözmeye çalışırdı. İçtihad, Fetva, Hüküm(Kaza)

1: İçtihad, yeni fıkhî kuram üretilmesi yolu,

2 : Fetva, Fıkhî kuramlara göre beşeri ilişkileri yorumlama tarzı,

 3 : Hüküm, beşeri anlaşmazlıkların kuramlara göre çözümlenmesi veya cezalandırılmasıdır

Bugün akıl yürütmelerimizin kaynağında müştereklerimiz bulunmadığından bireylerin hayata bakışları ve hayattan beklentileri tahmin edilemeyecek kadar ayrışmıştır. Helal- Haram, Doğru- yanlış, Güzel- çirkin gibi kavramlar yöneten-yönetilen çizgisinde anlam kaymasına uğramış dolayısıyla bu kelimelere yüklenilen manalar değişmiştir.

Yöneticiler yönetilenlere bazı kavramları tavsiye ederken kendileri bunların tersini yapmakta beis görmemektedir. Hatta tavsiye edilen kavramların gereğini yerine getirenleri enayi olarak telakki ettikleri rahatlıkla söylenebilir.

Anlam kayması nedeniyle tutum, tavır ve davranışında helal-haram, güzel-çirkin, doğru yanlış, hak-batıl, iyi-kötü anlamını aramayan bireyin davranışları bir başka değerler sistemine göre yeniden yapılanmakta ve sonunda yeni yapıya göre düşünüşün ve yaşayışın başladığı görülür.

Yöneticilerin soygunları, hırsızlıkları, kayırmayı bu kadar rahat yapabilmelerinin temel nedeni kendi hayatlarını topluma telkin etmeye çalıştıkları ilkelere göre tanzim etmemeleridir.  

Netice itibarıyla toplumsal huzurun sağlanması yeniden ortak bir hayat felsefesine sahip olmamızdan geçer. Bunu beceremediğimiz takdirde huzura kavuşmamız mümkün görünmemektedir.

Selam ve Sabırla...14.08.2001

17 Ocak 2022 Pazartesi

“İlim mi Üstün Yoksa Mal mı?

 Ali ra.’a Sorarlar: “İlim mi Üstün Yoksa Mal mı?”*

Veysi ERKEN  

Kim derlemiş, bilmiyorum. Kaynak belirtilmemiş. Hz. Ali ra.’a isnad edilen ilim- mal mukayesesi ile ilgili yazıyı beğendim. Dostlar da istifade etsin diye paylaşıyorum. İnşallah insanlık müstefid olur ve ilmin kıymetini bilerek onu edinmeğe ve uygulamaya çalışır.

“Rivayet edildiğine göre; 20 kişi tek tek Ali ra.’ın yanına gelerek aynı meseleyi “İlim mi Üstün Yoksa Mal mı?* sordular.

İşte cevapları

-İlim maldan üstündür. Zira ilim seni korur, hâlbuki sen malı korursun.

İkinci kişiye verdiği cevap.

– İlim harcandıkça artar, mal harcandıkça azalır…

Ve devamla diğerlerine cevap verir: 

– İlim sayesinde düşmanlar dost olur, fakat mal öyle değil. 

– İlim dünyadan uzaklaştırır, ahirete yaklaştırır, mal ise böyle değildir.

– Ölüm sebebiyle ilim, sahibinin mülkiyetinden çıkmaz, fakat mal böyle değildir.. 

– İlim sahibine sirayet eden bir nurdur. Mal ise buna muhaliftir.

– İlim Allah’ın kelamından çıkar. Mal ise topraktan çıkar. 

– İlim peygamber (a.s) sevgilisidir. Mal ise Nemrut, Firavun, Haman ve Karunların sevgilisidir. 

– İlim kendine hizmet edilendir. Mal ise hizmet edendir. 

– İlim ruhun gıdasıdır, mal ise cesedin gıdasıdır. 

– Ürkme zamanlarında ilim sana arkadaş olur, mal ise sana ürküntü verir. 

– Yolculukta ilim senin arkadaşındır. Mal ise yolculukta senin düşmanındır.

– Tek başına ilim tatsız da olsa kurtulmana sebep olur, fakat mal böyle değildir. 

– İlim Peygamberlerin mirasıdır. Mal ise eşkıyanın mirasıdır. 

– Kıyamet gününde ilmi hesabı yoktur. Fakat malın helal ise hesabı, haram ise azabı vardır. 

– İlmin sahibi şefaat edecek, malın sahibi ise şefaat edilecektir. 

– İlim sahibi asla unutulmaz, fakat mal sahibi unutulur. 

– İlim kalbi nurlandırır, mal ise karartıp katılaştırır. 

– İlim sahibi Allah’a kulluğu, mal sahibi ise ilahlığı iddia eder.. (Firavun da olduğu gibi).

Ali ra. bu şekilde o soru soranlara ayrı ayrı tatminkâr cevaplar verdikten sonra: “Bu konuda bana daha soru sorsaydınız yaşadığım müddet başka başka cevaplardım" der.”

Selam ve Sabırla…