5 Kasım 2019 Salı

DEVLET ANLAYIŞLARI, SEÇKİNCİ BAKIŞ VE MUHALİF DURUŞ


      DEVLET ANLAYIŞLARI, SEÇKİNCİ BAKIŞ VE MUHALİF DURUŞ

 VEYSİ ERKEN
                    

          
  “İnsanlar var ki güçlü iktidarlara hayrandırlar; disiplini ve ordularda görülen, amiri ve memuru belli olan düzeni severler. Yeni kurulan şehir semtleri, sıraları dosdoğru ve cepheleri hep aynı olan evleriyle onların zevklerine uygundur. Müzik bandoları, formaları, gösterileri, resmigeçitleri ve bunlar gibi hayatı ‘güzelleştiren’ ve ‘kolaylaştıran’ şeyleri beğenirler. Bilhassa her şey ‘kanuna uygun’  olsun isterler. Bunlar tebaa ( itaat edenler) zihniyetli insanlardır ve tabi olmayı (uymayı); emniyeti, intizamı, teşkilatı, amirlerince medh edilmeyi, onların gözüne girmeyi severler. Onlar şerefli, sakin, sadık ve hatta dürüst vatandaşlardır. Tebaa (itaat edenler) iktidarı, iktidar da Tebaayı (itaat edenleri) sever. Onlar beraberdir, bir bütünün parçaları gibi. Otorite yoksa bile tebaa(itaat edenler) onu icat eder.
            Öbür tarafta mutsuz, lanetlenmiş veya lanetli ve daima gayrı memnun bir insan grubu vardır. Bunlar hep yeni bir şey isterler; ekmek yerine hürriyetten, intizam ve barış yerine daha ziyade insanın şahsiyetinden bahsederler. Geçimlerini hükümdara (iktidardakiler- yönetimler) borçlu olduklarını kabul etmeyip; bilakis hükümdarı da (iktidardakiler- yönetimler) kendilerinin beslediklerini iddia ederler. Bu daimi itizalciler (karşı çıkanlar) umumiyetle iktidarı sevmezler, iktidar da onları sevmez. Tebaa (itaat edenler), insanlara, otoritelere, putlara; hürriyetçiler ve isyancılar ise tek bir Tanrı’ya taparlar. Putperestlik köleliğe ve boyun eğmeye nasıl engel teşkil etmiyorsa, hakiki din de hürriyete mani değildir.
            Bu iki gruptan hangisine mensup olduğunuza kendiniz karar verin. 
ALİJA ALİ İZZETBEGOVİÇ, Balcı, M. – Sönmez, G. Temel Belgelerle İnsan Hakları, Danışman Yay., İstanbul 2001.”

                                                Hepimizin standart insanlar olmamız
tercih ediliyor-aynı biçimde düşünmek, aynı
biçimde hareket etmek, aynı biçimde yaşamak
ve aynı şeye inanmak. Oysa özgür düşünme bir
seçenek değil, bir haktır. Seçim yapmak cesaret
ve enerji gerektirir. Güçlü ve bağlayıcı bir
seçim yaptığınızda, hedefinize odaklanırsınız.
Hayatta bir şeyi başaran herhangi birinin
birçok seçeneği vardır, ama bunlardan sadece
birisi başarmak istediği şeydir.

Pat MESİTİ


     Her sarsıntı toplumu oluşturan bireylerin zihnindeki tasavvurları farklılaştırır. 28 Şubat post-modern darbesi bireylerin oluşturduğu gruplarda ve toplumun bütününde sarsıntı meydana getirmiş ve bunun akabinde bireyler zihinlerindeki “tasavvurları” sorgulamaya başlamışlardır.
     Özellikle post-modern darbeden sonra en çok sorgulanan tasavvurların başında devlet anlayışı, lider ve önderlerin tutumu ve muhalif duruşlardır.
     Çok partili seçimlerden sonra ülkemizde dört büyük darbe olmuştur. Bu darbelerin bir kısmı toplumun bütün kesimlerini sarsmamış ve gruplar darbecilerin kendilerine biçtikleri role göre konumlanmışlardır. 60’ darbesinden sonra demokrat partili kesim hüzünlenirken oligarşik bürokrasi ve onları kışkırtan kesimler sevinmişlerdir.
    71 muhtırası kendini sol olarak gören kesimi hedeflemiş ve milliyetçi kesim sessizliğe gömülmüştür.  80 darbesi “sol” kesimle birlikte “milliyetçi” kesim de hedef seçilmiş ve bu gruplarda büyük hüsran yaşanmıştır.
    Milliyetçi kesimin hüsranı kendilerini devletin yardımcıları olarak görmelerindendi. Darbecilerin milliyetçilerle ilgili temel görüşleri ise “onlar kendilerini devlet yerine koydular” şeklinde idi.
    28 Şubat post-modern darbesine gelince... Bu darbe toplumun temel değer yargılarına yönelik olduğundan bütün kesimleri etkilemiştir. Özellikle kendilerini “devletin sadık teb’aları olarak gören dindar”ları etkilemiştir.
    
                               Her sarsılış bir uyanıştır.

      Esasında  “Muhalif Duruş”un ne olduğunun anlaşılması “devlet” telakkilerinin anlaşılmasına bağlıdır. Çünkü bugün üzerinde duracağımız konu itibarıyla muhalif duruş devlet otoritesini elinde bulunduranlara karşı gerçekleştirilir.
     Bu girişten sonra “toplumun bütününü ilgilendiren kararları alan, herkesi bağlayan kuralları koyan, alınan bu kararları ve konulmuş kuralları, son aşamada fizikî güç de kullanarak uygulamaya aktaran en yüksek seviyedeki siyasal iktidarın kurumsal düzeyde somutlaşmış şekli  (Dursun,s.55)” ve ülkedeki en büyük siyasal ve toplumsal örgüt olan “devlet”le ilgili anlayışların tarihi süreç içindeki değişimleri üzerinde durmak istiyorum.
    Tarihi süreç içinde devlet ve devlet mekanizmalarını sahiplenenlerle ilgili anlayışlar üç grupta toplanabilir.

 
 Birincisi KUTSAL DEVLET
  
  On dokuzuncu asrın başlarına kadar belirgin bir şekilde hâkim olan devlet anlayışıdır. Bu anlayışın etkileri dünyanın muhtelif yerlerinde devam etmekle birlikte tesiri azalmıştır.
   Bu anlayışa göre “devlet” anlamı gereği referanslarını metafizik olan “mitolojik” veya “kutsal”dan alır. Dolayısıyla devletin meşruluğu kutsal oluşundan kaynaklanır.
    Bu anlayışta “devlet” ve “devlet mekanizmalarını” sahiplenenler adeta bir referans (mitolojik-kutsal) noktasında örtüşmüşlerdir.
Bu anlayışa göre her şeyin, otorite(kral-Padişah) ve ondan kaynaklanan kararların “kutsal”  bir anlamı vardır. Kral veya padişah ya tanrının kanını taşıyan kutsal bir varlık ya da tanrının yeryüzündeki gölgesidir. Devlet adeta dokunulamaz ve erişilemezdir.
   Devlet adına alınan kararlar “yüksek” bir “merci”den kaynaklandığı için “otorite(kral-padişah)”nin kararları tartışılmazdır.
     Kutsal devlet anlayışı papalık, Anglikan kilisesi ve bireysel hak ve özgürlüklerin kabul görmediği yerlerde devam etmektedir.
    Bu anlayışta devlet-birey ilişkilerinde birey yoktur. Bireyler sadece itaat etmek ve alınan kararları yerine getirmekle yükümlüdür.
    Bu anlayışta devleti yönetenler seçkin ve seçilmişlerdir. Seçkin ve seçilmiş zümre imtiyazını kaybetmek istemez.  Aslında “seçkinler grubunun görüşleri, onların sosyal varlığının bir ürünüdür. Seçkinler, kurdukları ya da üyesi bulundukları örgütleri ve bu örgütlerde geçerli olan değerleri ‘insanlığın en yüksek çıkarlarına uygun' görürler. Seçkinlerin insan tabiatı üzerindeki görüşleri, böyle bir faraziyeye imkân verir. Onlar, kendi sistemlerini tehdit eden veya şüpheyle karşılayan her fikre ve fikir sistemine karşı çıkarlar. S. Koçak, Beyinin Hürriyeti, s.57.”
     Yönetenlerin kutsandığı bu anlayışta “muhalif duruş”u sergilemek “bedel”i gerektirir. Bedel ödeyenler de çok olmuştur.
    Kutsal devlet anlayışı tarihi süreç içinde muhalif duruşlarla esnetilmiş ve bazı yerlerde yerini “ulus devlet”e terk etmiştir. Denilebilir ki, kutsalın yerine “millet” kutsanmaya başlanmıştır. Böylece ikinci devlet anlayışı ortaya çıkmış ve hızlı bir şekilde kıtalara yayılmıştır.
     MİLLİ DEVLET olarak adlandırılan bu anlayışta, devletin amaç ve işlevleri “dünyevî”leşmiş,  halk “tebaa” yerine “yurttaş” olarak nitelendirilmeye başlanmıştır.
     Milli devlet anlayışında bireyin aidiyeti sınırları açıkça belirlenmiş toprak(ülke) ve bu toprak üzerinde kurulmuş siyasal otorite (devlet)ye bağlı kabul edilmiştir. Milli devlet anlayışında devlet(siyasal otorite) meşruiyetini milletten alır. “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ifadesi bunun göstergesidir.
    Milli devlet anlayışında “devlet”e yüklenilen görev ve vazifeler gereği toplumun zapt u rapt altında bulundurulması icap etmiş ve bunun ancak hâkimiyetin kurumlara devri ile mümkün olacağı görüşü hâkim kılınmıştır. Böylece hâkimiyetin kurumlara devri neticesinde kurumlar ve kurumları eline geçirmiş olanlar kendilerini "Kutsal”ın yerine ikame etmiştir.
    Milli devlet anlayışında kendilerini kutsalın yerine ikame edenlerin en çok kullandıkları argüman “devletin âli Menfaatleri”dir. Bu kavramın arkasına sığınılarak oligarşik zümre tıpkı kutsal devlet anlayışında olduğu gibi zorba uygulamalarını sürdürmüştür.
    Özellikle teknolojinin getirdiği imkânları iyi kullanan tepeden inmeci zümre bu anlayışta bireyi daha fazla ezdiği söylenebilir.
   Milli devlet anlayışının ülkemizdeki uygulamalarına bakıldığında “devlet”in konumu karşısında “birey”in veya “toplum”un haklarından –kâğıt üzerinde olsa bile- bahsetmek zordur. İttihatçı geleneğin devamı olan bu anlayışta “halka rağmen halk için” düsturu hâkim kılınmış ve siyasal otoriteyi eline geçirmiş olan kendilerini “devlet” olarak görmeye devam etmişlerdir.
    Milli devlet anlayışında bireye karşı devletin korunması esas alınarak kurul ile kurumlara ve kurumları işletenlere dokunulmazlık zırhı giydirilmiştir Kurumları işletenlerin dokunulmazlıkları ve imtiyazları görevleri sona erdikten sonra da devam eder.(Ayrılanlara Sayın Bakanım, Müsteşarım, Genel Müdürüm hitabı bunun tipik örnekleridir. Yönetilenler eskileri kutsamaya devam eder)  Devlet babadır, istediğini sever, istediğini dinler, istediğini döver. Anayasadaki “devletin milleti ve ülkesi......” ifadesi bunun bir göstergesidir.
     Milli devlet anlayışı varlığını sürdürmekle birlikte, teknoloji ve iletişimin gelişmesi ile ekonomi ve ulaşım sistemlerinin birbirine daha çok bağımlı hale gelmesi sosyal değişimi ve “devlet”e bakışı etkilemiştir.
      Sosyal hayattaki değişim beraberinde “mikro” ve “makro” gruplaşmaları getirmekte ve “Devlet”e yüklenilen anlam ve işlevler de değişmektedir.
    Artık devletin anlam ve işlevleri gereği sadece organizatörlük olduğu anlayışı yaygınlaşmaktadır.
    Üçüncü devlet anlayışı olarak ifade edebileceğimiz ORGANİZATÖR DEVLET yaklaşımının tehlikeli yönü “global köyün efendilerinin hâkimiyetini beraberinde getirme istidadıdır”. Bu anlayışta devleti yönetenlerin rolleri global köyün efendilerine ait şirketler tarafından belirlenmekte ve adeta “şirket devlet”lere bir gidiş gözlemlenmektedir.
   Bu anlayışta “şirketler ve onların sahipleri, devletleri doğrudan yönetmezler. Parlamento üyelerini seçim kampanyalarında aracı-lobici şirketlerle desteklerler. Ne ki, devlet yönetiminin alacağı temel kararlar ve devlet başkanları, dışişleri bakanları, savunma bakanlarını, istihbarat örgütlerini yönetmek için devlet yönetimleriyle, devlet kurumlarıyla özel bir mekanizma içinde buluşur kapital sahipleri. Bu özgün örgüt ne bir dinsel tarikattır, ne de küçük bir grubun oluşturduğu çetedir. M. Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında, s.413”
 Organizatör devlet anlayışında “efendiler(!)” BM ve AB gibi kuruluşları aracı olarak görür.
     Birleşmiş milletlere bağlı kuruluşların veya Avrupa birliğinin marifetiyle gerçekleştirilen değişimler bunun birer göstergesidir.  Hatta Avrupa birliğine girersek hâkimiyetimiz bitecek diyen bakan bunu itiraf etmiş durumdadır.
  


           


     SEÇKİNCİ ANLAYIŞ

Bugün insanoğlunun acil ihtiyacı
İnsanlığımızı gitgide elimizden alan devlet adlı bu kahir
otoriteye –bugün olduğu gibi- neredeyse dini bir
coşkuyla bağlanmak değil; tam aksine ona şüpheyle
bakmak, onu hayatımızdan mümkün olduğunca
çıkarmak, onun arkasına sığınıp bize Tanrılık
taslayanlara meydan okumaktır.”
                                                                                     
                                           Mustafa ERDOĞAN merdogan@tercumangazete.com

       Yukarıda izah etmeye çalıştığımız anlayışların “ortak payda”sı devletin bir düzeninin ve bu düzen içinde yöneten ve yönetilenlerin olmasıdır.
       Dolayısıyla muhalif duruşun ancak “ortak payda”ya karşı olan duruşla anlamlandırılabilir ve anlaşılabilir. Ortak payda ülkenin en büyük siyasal ve toplumsal örgütü olan devlette seçkin(!) grup ile yönetilenlerin durumunun belirleyicisidir.
      Unutulmamalıdır ki, bütün devlet anlayışlarında düzenin kurallarını “güçlü”ler belirlemişler ve belirlemeye devam etmektedir.
       Kuralları kutsal devletlerde kral, milli devletlerde siyaset, ticaret, finans ve mafyadan oluşan derin aileler ve bürokrasi, organizatör devletlerde ise patronlar ve bürokrasi belirler.
       Bu gerçek yüzünden güçlüler bir başka ifade ile yönetme gücünü elinde bulunduranlar genel olarak siyasal ve toplumsal kararların alınmasında tek söz sahibi olmak isterler. Karar süreçlerine yönetilenlerin katılımını istemezler.
     Yönetme gücünü ve mekanizmalarını eline geçirmiş olanlar toplumu oluşturan birey ve grupları güç merkezi olarak görmekten kaçınırlar. Mümkünse güç merkezi olmak isteyenlerin istekleri devlet mekanizmalarını sahiplenenler tarafından zorla bastırılma cihetine gidilir.
       İşte MUHALİF DURUŞ bu seçkinci anlayışa karşı durmadır. Bir yerde “sınırlı devlet” talebidir.
      Sınırlı devlet, hukuk yoluyla devlet mekanizmalarını işletenlerin yönetme güçlerinin sınırlandırılması, yönetenlerin ve eylemlerinin yönetilenlerce (birey-grup) denetlenebilmesi ve hesap sorulabilmesini ifade eder.
    Sınırlı devlet, yönetenlerin la-yüs’elliğinin sonlandırılması ve dokunulmazlıklarının sınırlandırılmasıdır. Sınırlı devlet yönetme gücünün terbiye edilmesidir; kutsalla irtibatı koparmadan ve hiçbir kurum, kuruluş, zümre veya kişiyi kutsamadan.
   

      

                                    MUHALİF DURUŞ


Kendileri bizzat şiddete başvurmasalar bile,
şiddete maruz kalma riskini göze alabilen toplulukların,
sonuçta politik mücadeleyi kazanma şansları vardır
Sivil İtaatsizlik ve Pasif Direniş, s.14
    Muhalif duruş insanın haysiyetinin ve şerefinin yönetme gücünü elinde bulunduranlara karşı direnişinin ifadesidir.
     Kutsal devlet anlayışından ulus devlete, ulus devletten organizatör devlet anlayışına kadar bütün düzenlerde yönetme gücünü eline geçirmiş ve mekanizmaları işletmiş olanların yönetilenleri hiçe saydıkları, seçkinci yaklaşımlarıyla “yönetme gücü”nü yönetilenlerle paylaşmaktan imtina ettikleri görülür.
    Muhalif duruş bir tutuma, bir anlayışa, bir görüşe, bir eyleme veya uygulamaya karşı olma ve durmayı ifade eder.  Dolayısıyla muhalif duruş yönetme gücünü eline geçirmiş seçkinci-oligarşik anlayışların eylem ve uygulamalarına karşı her türlü direnişi tazammum eder.
   Ebu Hanife’nin kendisini kadı olarak tayin etmek isteyen yönetime itaat etmemesi ve zindanı tercih etmesi yönetenlerin eylem ve uygulamalarına karşı muhalif duruşunu ifade eder. Bu duruş seçkinci anlayışın “ben yaptım oldu” anlayışına karşı bir direnç ve bir direniştir.
    Muhalif duruş yanlış kararlara direniştir. Gandhi, tuz tekeli oluşturmak isteyen İngilizlere karşı deniz suyunu buharlaştırarak muhalif duruş sergilemiş ve İngiliz işgalcilerini dize getirmiştir. (Sivil İtaatsizlik ve Pasif Direniş, s.33)
   Muhalif duruş politikacıların haksız kararlarına karşı çıkmadır. Tıpkı Thoreau’nın politikacıların koyduğu vergiyi reddettiği gibi (Sivil İtaatsizlik ve Pasif Direniş, s.10)
    Muhalif duruş devletin mekanizmalarını sahiplenenlerin insanın haysiyet ve şerefini hiçe sayan ve insanı insan olmaktan çıkararak tek tipleştiren kararlarını boşa çıkarma direnişidir. Tek tipleştirme kararları “devletin âli menfaati” paravanı arkasında hep alınmış ve bunlara karşı direniş olmuştur.
    Allah’a itaat edenler hep tek tipleştirme kararlarına direnerek muhalif duruşlarını sergilediler. Onlar hep “önce itaat ettik, sonra direnmeye karar verdik, sonra yapayalnız bırakıldık, hor görüldük, çok görüldük, hem Müslümanlar, hem olmayanlar için sevimsiz ve çekilmez bulunduk, ama hep taşıdık, hiç yorulmadık, mağlup ilan edildiğimiz gün bile, gülüp geçtik.
   Ne mağlubiyet mi? Biz kendimizden hiç utanmadık, fikrimizi hiç saklamadık, hep saydam olduk beyefendi. Bütün bu acıtıcı süreçlerden sonra kendi kendimizle baş başa kaldık, kendi gücümüzü kendi bireysel dönüşümümüz için kullanmayı öğrendiğimiz bu yeni dönemlerde, elbette sitemlerimiz olacaktır, bizi yasaklayanların yanı sıra yok farz eden kendi mahallemize de...
   Buna da ‘direniş ve itaat’ değil, olsa olsa ‘İTAAT VE DİRENİŞ’ denebilir. Allah’a itaat ettik ve diğer bütün tanrılık iddialarına direndik. Bu dün de böyleydi, bugün de böyle ve yarın da böyle olacak, hiç şüpheniz olmasın... S. Eraslan, Fil Yazıları, s.102” dediler.
       Muhalif duruş insanlığın okuldaki, sokaktaki, iş yerindeki, hapishanedeki formatlamaları reddidir. İlkokul öğrencisinin yaka takmaması, önlük giymemesi bu reddin simgeleridir.
      Muhalif duruş muttakiliktir. Muttaki olmak her halükârda Hasan el- Basrî gibi zalim yöneticilerin ve kendi nefsinin sultasına itaat etmeyerek toplumu etkilemektir M. Uyanık, İslam Siyaset Felsefesinde Sivil İtaatsizlik, s.59)
     Muhalif duruş tıpkı Sümeyyeler Yasirler ve Ammarlar gibi bireyin hayatı pahasına inancından taviz vermemesi ve vazgeçmemesidir.
    Muhalif duruş Cennet Doğanay ve Sabina Begüm gibi direnip zafer kazanmaktır. Bilindiği üzere Sabina Begüm cilbabı ile okula girme hakkını tekrar elde etti.
     Muhalif duruş, iyiliği emretmekten ve kötülüğü sakındırmaktan kaçınmamaktır.
     Muhalif duruş iyiden yana tarafını belirlemedir. Tıpkı Hz. İbrahim’i ateşe atan nemruta karşı karıncanın tarafını belirlediği gibi.  
      Muhalif duruş baş eğmemektir. Tıpkı şairin dediği gibi:
         “Ülkümüz göklerde dalgalanan bir sancak
           Allah’ın huzurunda eğiliriz biz ancak”
     Muhalif duruş başkalarının hayat tarzlarına tahammüldür.“Ya korkularımızla koyun koyuna yatıp, hiçbir şey üretmeden kendimizle cedelleşmeye devam edeceğiz ya da birbirimize ve hayat tarzlarımıza tahammül edip, prangaları sökerek geleceğe doğru dev bir adım atacağız...”
      Muhalif duruş özgürlük ve hak talebinden vazgeçmemektir. Bilinmelidir ki, “hürriyetten vazgeçmek, insanlık hakkından hatta vazifelerinden vazgeçmek demektir. Her şeyden vazgeçen adam için tazmin ve telafi ihtimali yoktur. Bu çeşit bir vazgeçme insanın tabiatıyla uzlaştırılamaz. İnsanın iradesinden her türlü serbestliği almak, onun hareketlerinden her çeşit ahlâk düşüncesini kaldırmaktır. J.J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, s.10)
    Muhalif duruş bir kavme olan kinimizin veya sevgimizin bizi adaletten ayırmamasıdır.
    Kısaca muhalif duruş Şanar Yurdatapan, Nurettin Şirin, Ahmet Kaya, Gandhi, Thoreau gibi kişinin konumunu, mevkiini, şöhretini, özgürlüğünü kaybetme pahasına ilkelerinden taviz vermemesidir, ahlakî direnişidir.

          Netice olarak MUHALİF DURUŞ AHLÂKİ DİRENİŞTİR.

                      
              MUHALİF DURUŞ NEDEN KİTLESELLEŞEMİYOR
        Muhalif duruş ahlakî bir erdemlilik ve zulme karşı bir direniş, bireyin kutsalıyla buluşması ve kutsallarına göre yaşaması doğrultusunda bir eylem olduğu bilindiği halde neden toplumun geneline yaygınlaşamıyor veya yaygınlaştırılamıyor.
       Ülkemizle sınırlı kalmak kaydıyla tecrübelerimiz ışığında bunun nedenlerini şu şekilde ortaya koyabiliriz: Geçmişten günümüze kadar devletin mekanizmalarını ellerine geçirmiş olanların “devlet” kavramının kendilerinde mündemiç olduğunu –dolaylı yollardan- ileri sürerek hem kendilerini hem de kurumlarını kutsama ve halka karşı psikolojik baskı cihetine gitmeleri.
     Konumlarını muhafaza ve müdafaa etmek isteyen kutsal(!) seçkinci taife ellerinde veya baskı altına aldıkları kurum ve kuruluşların marifetiyle hukukî olmayan kanunî mekanizmalarla baskılarını yoğunlaştırmaları.
     Kendilerini devlet olarak gören oligarşik ailenin sürekli bir şekilde bürokrasi-medya-sermaye ve mafya unsurlarını beraberce kullanmaları ve bu mekanizmalarla muhalif duruşun zayıflamasına yol açmaları.
   En önemlisi psikolojik ve kanunî yollarla bireylerde güvensizlik, çaresizlik, umutsuzluk ve duyarsızlık duygularını geliştirerek toplumda “yapılacak bir şey yok” anlayışını yerleştirmeleridir.
       Bilinen husus şudur ki, “yapılacak bir şey yok” diyen toplumlar her şeyini kaybetmişlerdir.
      Ve....
      “Devlet biziz” diyen seçkin ve bürokratik kesim kendi konumunu korumak, muhalif duruşları etkisizleştirmek ve yok etmek için psikolojik baskılarında toplumda var olan grup önder ve liderlerini araç olarak kullanmıştır ve kullanmaya devam etmektedir.
        Hatta kullanacakları önder ve lider bulamazlarsa kendileri grup liderleri(!) tayin ederler.
    Muhalif duruşun toplumun önder ve liderleri marifetiyle nasıl etkisizleştirildiğini birkaç misal ile şu şekilde izah etmek mümkündür.
    Bilindiği üzere 80 darbesinden sonra milliyetçi-ülkücü önder ve liderler “devlet-i ebed müddet” diyerek devletin kutsallığına vurgu yapmışlardır. Bu yaklaşımla  “bizi ezse de devlet bizimdir” anlayışı yerleştirilerek kitle pasifize edilmiş ve kendilerini devlet olarak ikame eden oligarşik yapının ekmeğine yağ sürülmüştür.
        Benzer telkin ve teskinler 28 Şubat post-modern darbe sürecinde de önder ve liderler tarafından yapılmıştır. Ordudan atılanlar için “onlar inançlarından dolayı değil, disiplinsiz oldukları için atıldılar” diyen büyük(!) önder ve lider kitlelerde hayal kırıklığı oluşturarak egemenlerin varlığının pekişmesine katkı sağlamış ve muhalif duruşu örselemiştir.
    Aynı zaman ve zemin kulvarında dinî(!) hassasiyeti çok fazla olan sivil toplum önderlerinden birisi “başörtüsü furuattır” teranesiyle muhalif duruşun zayıflamasına ve dinî hayatın çökmesine yol açmıştır.
    Hele hele erkeklik iddiasıyla iktidar ortağı olanların tutumu tam bir fecaattir. “Başörtüsü sorunu sokakta değil mecliste çözülür diyerek, baştaki örtüyü mecliste çözen” ülkücü önder ve liderler bununla yetinmeyerek her türlü zulme imza atarak duyguları ve duyarlılıkları bitirmiş ve muhalif duruşu zayıflamasına katkı sağlamışlardır.
    Kısaca, muhalif duruşun kitleselleşememesinin en önemli nedenlerinden birisi devleti kendilerinin malı olarak addeden zihniyete toplumun önder ve liderliğini yapanların teşne olmalarıdır.  

    NE YAPILABİLİR?

     Ne yapılabilir sorusunun cevabı “kendini devlet olarak gören yapı”nın ezberini bozmaktır. Bunun için kendilerini devlet olarak gören yapının zihin kirliliğine yol açan medyalarının, kendilerini güçlü kılan ticari üretim ve mallarının, hâkimiyetlerini pekiştiren sermayelerinin ve onlara hizmet eden liderlerin boykot edilmesi gerekir.
    Ve bilinmelidir ki,  herkesi ve herkesimi “öteki”leştirerek ve toplumu;
    Yeşil-kırmızı
    Kürt-Türk
    Çerkez-Abaza
    Sünni-alevi diye ayrıştırıp birbirine düşman ederek varlığını sürdüren oligarşik yapının oyunu ancak “biz” ve “öteki” demeyerek bozulabilir.
       Hatırlanacağı üzere bu oyun İstanbul Üniversitesinin önünde bozulmuş idi.
 
      SONUÇ
   
      İnsan hak ve özgürlüklerini savunanlar kendilerini devlet ve devletin kutsalları olarak gören oligarşik yapının oyununa düşüp “ben” ve “öteki”, “biz” ve “ötekiler” ayırımını yapmazlarsa zafere ulaşabilirler.
   Bu bağlamda muhalif duruş sergileyen insan hakları savunucularının tek düsturu olmalıdır. O da; zalime ve hak gaspçılarına karşı haktan ve hukuktan yana olmalıdır.
    Buna rağmen hiçbir şey yapamıyorum diyenlere aşağıda anlatacağım fıkradaki papağanın duruşunu sergilemelerini tavsiye ediyorum:
                         Nazilik ve Papağan
      “Hitler’in iktidar yıllarında, Nazi karşıtı bir papağan varmış.
      Evin balkonunda, caddeden geçen insanlara doğru ‘Kahrolsun Hitler, kahrolsun Hitler’ diye bağırırmış.
      Durumu gören SS subayları, papağanı yakalayıp ‘mahkemeye’ çıkarmışlar.
      Mahkeme, papağanın idamına karar verince, dinleyiciler bölümünde oturan bir papaz, ‘Bir dakika hâkim bey’ demiş. ‘Sizden bir ricam var, papağanı bir kereliğine affederek bana verin, ben onu gayet dindar olan evdeki papağanıma arkadaş eder, uslandırırım. Artık sadece dua ve meşgul olur. Eğer bir daha aynı suçu işlerse ben kendi elimle getirir size teslim ederim.’
      Hakim papazı kıramamış tabii, papaz da papağanı alıp evine getirmiş.
      Eline bir tespih vererek, ona çeşitli dua ve zikirler öğretmeye başlamış. Aradan birkaç ay geçince SS subayları ‘bakalım anti-faşist papağanımız ne âlemde, yine yaramazlık yapıyor mu acaba?’ diyerek teftişe gelmişler.
     Papazın evine giren subaylar bakmışlar ki, papağan gayet vakar ve olgunluk içinde, elindeki tesbihle dualar mırıldanıyor.
     Papağandaki bu ani değişikliye pek de aklı yatmayan subaylardan biri ‘şuna bir yoklama çekelim de tepkisini ölçelim bakalım’ diye düşünmüş.
     Kafese doğru yaklaşarak ‘kahrolsun Hitler, kahrolsun Hitler’ diye bağırmış.
     Bunun üzerine bir yandan tesbih çekmeye devam eden papağan, bir yandan da başını öne arkaya sallayarak mırıldanıyormuş:
     ‘ÂMİN... ÂMİN...’”
     Selam ve Sabırla...08.06.2005
 

 


  



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu Yazı Hakkında Ne Düşünüyorsunuz?