11 Haziran 2021 Cuma

Milli Düşünce Gazetesiyle Röportaj-1

  Milli Düşünce Gazetesiyle Röportaj-1

 Veysi ERKEN

       Şair İsmet Özel: “Endülüs Emevilerinin başına gelen benzer bir sonun Türkiye’nin de baş sürpriz değil.” diyor.  Avrupa’dan Müslümanların katliamlarla sökülüp atıldığı gibi bir risk Müslüman Türkler için bu topraklarda hala geçerliğini koruyor mu?

     Tarihi süreç içinde baktığımızda Müslümanlar gayelerinden saptıkları zamanlarda, gevşediklerinde, hazırlıklarını ihmal ettiklerinde veya birbirleriyle iktidar kavgası yaptıklarında zayıfladıklarında bu tür tehlikeleriler karşı karşıya kaldıklarını biliyoruz ve görüyoruz.

            Bunu geniş bir coğrafyada görmek mümkündür.

            Haçlı seferlerinin başlangıcından beri değişen bir şey yok.

            Kudüs’ün haçlı sürüleri tarafından işgali ve oradaki ahalinin katledilmesi manzaralarını başka yerlerde de görüyoruz maalesef.

            Balkanlarda, Türkistan’da, Afrika’da kısaca yeryüzünün her yerinde bunu görebiliyoruz. Dün olduğu gibi maalesef katliamlar, yok etmeler, sürgünler ve ızdıraplar devam ediyor. Doğu Türkistan bölgesinde devam eden Müslüman Türk katliamı, Myanmar’da olan katliam ve sürgünler, yakın coğrafyamız olan Suriye, Irak ve Filistin’deki imhalar bunun delilleridir.

            Haçlı zihniyeti böyle oldukça değişen bir şey olmayacak. Medeniyetimiz “gönül Fethi”ne istinad ederken haçlı anlayışı “vahşet”e istinad ediyor. Dolayısıyla Türkiye her zaman böyle bir tehdidin altındadır.

            Özellikle batı haçlı anlayışı Türkiye’yi Türk-İslam coğrafyalarının “beyni” ve “kalbi” olarak kabul ediyor - ki doğrudur- ve bu kalp ve beyni imha etmeye çalışıyor.

            Endülüs Emevilerinin akıbetine uğramak istemiyorsak İlayı kelimetullah doğrultusundaki nizamı âlem ülküsü zaviyesinden hazırlıklı olmak durumundayız.

            Doğru amaç, doğru hazırlık hem maddi hem de manevi yönüyle direnç gösterecek bir teşkilatlanma biçimi ve nüfus, tarih bilinci, coğrafya şuuru ile birlikte teknolojiyi üretmek ve kullanmak gerekir.

            Böyle bir hazırlığımız varsa biiznillah bizi kimse bu coğrafyadan sökemez, önümüze kurulan “bent”leri aşar dünyaya nizamât veririz. Aksi takdirde yıkım her zaman mümkündür.

        Türkiye’nin 30 yıldır çözülemeyen Dağlık Karabağ sorunu konusunda Azerbaycan Devletine verdiği destekle askeri ve siyasi alanda kazanımlar elde edildi. Bazı eleştirmenler sahada kazanılan zaferin masaya tam yansımadığı iddiasında bulunuyor. Sizce bundan sonra süreç nasıl devam edecek?

        Sahada kazanılan her zaman masaya tam yansımayabilir. Bunun başlıca nedeni güç ve hazırlığınızdır. Savaşı sürdürebileceğiniz gücünüz ve yeteri hazırlığınız yoksa bir yerde bir yerde durur veya durdurulursunuz.

            Esasında Karabağ sorunu yeni değildir. Özelikle Kafkas coğrafyasındaki dram “Altın Orda” devletinin dağılmasıyla başladığını ve arttığını söylemek yanlış değildir.

            Ruslarla yapılan savaşlarda Tiflis, Bakü, Batum, Kars gibi bölgelerde yaşanan işgal, katliam ve vahşet unutulmamalıdır.

            Ha keza 30 yıl önceki katliamları ve işgalleri iyi tahlil etmek ve yorumlamak gerekir. Biraz önce ifade ettiğim gibi başarınız ve sürekliliğiniz “güç” ve “hazırlık”larınızla ilgilidir.

            Kanaatime göre Karabağ’da önemli sonuçlar elde edildi. Daha iyisi için mücadele edilmeli ve ediliyordur diye düşünüyorum.

            Sahada kazanılan masaya yansıtılmadı diyenlerin ekseriyetinin art niyetli ve “batı/batıl” zihniyetinin maşası olduğunu düşünüyorum.

            Daha iyi olsun, masada da kazanılsın diyenler ve eleştirenler yol göstermek durumundadır. Yol göstermiyorsa piyondurlar derim.

            Bundan sonra “süreç” gücümüz ve hazırlığımız nispetinde ilerleyecek diye düşünüyorum.

            Türkiye’nin dört bir tarafında kuşatıldığı bir sürecin içindeyiz. Haçlı zihniyeti bizi her yerde durdurmaya çalıştığı gibi Karabağ’da da durdurmaya ve imha etmeye çalışacaktır. Bundan şüphem yoktur. Zira tarih boyunca bu yapılmaya çalışılmıştır. Başarımızın bir yönü içimizdeki haçlılaşmış/haçlılaştırılmış zihniyetlilerin tasfiyesiyle orantılıdır.

            Köle ruhlu piyonlar azaldıkça süreç olumlu bir şekilde ilerleyecek ve Batı Türkleri ile Doğu Türkleri bir araya daha kolay bir şekilde bir araya gelecektir diye umuyor ve bekliyorum. Rabbulalemin yâr ve yardımcımız olsun.

           Zaman zaman belli odaklarca gündeme taşınan kuşak çatışması, Z kuşağı ve gençlerin Ateizme ve Deizme doğru hızla kaydıkları yönünde yorumlar ve tespitler yapılıyor. Bu düşünceler ayakları yere basan sağlam analizler mi? Yoksa bir manipülasyon mu?

          Kuşak çatışmasından ne anladığımıza bağlıdır. Kuşaklar arasında farklı düşünüşler elbette vardı, var ve var olacak. Bu kaçınılmaz bir durumdur.

            Özellikle kuşaklar arasında “ortak payda” zayıflamış veya zayıflatılmış ise çatışma artar.

            Maalesef ortak paydamız fazla aşındırılmış ve aşındırılmaya devam ediliyor. Soruna bu bağlamda “küresel haydutlar”ın ortak paydayı ortadan kaldırmak için her türlü oyunu sahneliyorlar.

            Z kuşağı tabiri bile başlı başına bir yönlendirmedir. Z “ziro” sıfır anlamındadır. Z kuşağı bütün değerlerden sıfırlama anlamında kullanılıyor. Hiçbir değeri ve kutsalı olmayan bir nesil arzu ediliyor.

            Küresel haydutların oyunu neticesinde değer ve kutsallardan uzak ve sıyrılmış tiplerin çoğaldığı bir gerçektir. Buna rağmen direnç de vardır.

            Hepimiz biliyoruz ve kabul ediyoruz ki, “ne ekersen onu biçersin” ilkesi bütün nesiller için geçerlidir. Doğru ilkeler, doğru amaç ve program ile bir şey ekmeye çalışmaz isek ateist veya deist kuşak çoğalır.

            “Eğitimin gayesi Salih insan yetiştirmektir” demekle iyi kuşak yetişmiş olmuyor. Buna uygun bir süreci isletmek gerekir. Malum olan şudur. Arkadaşını söyle kim olduğunu söyleyeyim” ilkesi “çevre”nin tanzimini ifade eder.

            Sağlam bir çevreyi inşa etmeyi hedefleyip gerçekleştirirsek ateist ve deist nesil değil, kuşaklar arasında çatışmanın az olduğu Salih nesilleri yetiştirmiş oluruz.

            Aksi takdirde küresel haydutların yönlendirmesiyle ateist ve deist nesiller yetişebilir ve kuşaklar arasındaki çatışmalar artarak toplum imha edilir.

            Kendindeki güzel nitelikleri terk ederek tarih denilen mezarlıkta yerini alan pek çok “kuşak” vardır.

            Tedbir yoksa imha her zaman mümkündür.

        Toplumda aile yapısının çatırdadığı konusunda baskın bir kanaat var. Ancak bunun nasıl tamir edileceği konusunda net bir söylem ve tavır yok. İstanbul Sözleşmesi’nin iptali özelinde aile kurumunun geleceği noktasında neler söylersiniz?

      Türkiye’de aile yapısının çatırdadığı bir kanaat değil bir vakıadır. Evliliklerin azalması, evlilik dışı beraberlikleri ve boşanmaların artması, doğum oranının düşmesi, cinayetlerin artması bunun delilleridir.

            Ailenin çatırdaması süreci yeni değildir. Özellikle değerlerimize, inancımıza aykırı yazılı kurallar (kanun, tüzük, yönetmeli, genelge, yönerge vs.) arttıkça aile denilen kurumdaki dağılma ve yok olmaya gidiş artmaktadır.

            İstatistikî bir bakışla da bunu gözlemlememiz söz konusudur.

            Bilindiği üzere yazılı kurallara ailenin, toplumun, öğrencinin, iş yerinin şekillenmesinde etkilidir.

            Aile kurumuna bu gözle baktığımızda aile ile ilgili yapılan bütün düzenlemelerin bizim değerlerimize ve inancımıza aykırı olduğunu görüyoruz.

            Süreç böyle devam ettirildiği müddetçe de dağılma ve yok olma devam edecektir.  Düzelme mümkün mü?

            Elbette mümkündür. Aile dediğimiz kurumun kurallarını bizim değerlerimize, örfümüze ve inancımıza göre şekillendirmek, yazmak ve inşa etmektir. Bun başardığımız takdirde aile kurumunu kurtarabiliriz. Bilindiği üzere aile kurumunun bir hukuku olmalıdır ve vardır. Bir ailenin teşekkülünde ebeveyni oluşturan eşler ile çocukların hakları, görevleri ve birliktelikleri ile ilgili kurallar yerleşik hale getirilirse aile birliği daha kolay gerçekleşir.

            Maalesef bugün benimsenen kurallar aileyi dağıtma içindir. Sadece bir misal olsun diye söyleyeyim. Nafaka, aile reisliği, erkek ve kadının vazifeleri gibi konular bize ait olmayan değer ve inanış üzerine inşa edildiği için aileler dağılıyor.

            Çözüm batı/batıl ilkelerin terki ve yerine bize ait ilkelerin ikamesi ile mümkündür.

    Son olarak Türkiye’de toplumun tamamının ortak bir paydada buluştuğu milli düşünde mefkûresi, ülküsü teşekkül ettirmek mümkün müdür? Bu minvalde Türkiye’nin belirlediği 2023, 2053 ve 2071 hedeflerinin ülkemizin gelecek tasavvuru çerçevesinde nasıl yorumluyorsunuz?

     Böyle bir ülkü teşekkül ettirmek mümkün mü? Elbette mümkündür. Esasında vardır. “İlayı kelimetullah için nizam-ı âlem ülküsü”

Bu ülkünün yansıması “çağrımız İslam’da dirilişedir” ve kanımız aksa da zafer İslam’ın” şeklinde olmuş idi geçmişimizde.

Bu ülkü günümüz ve yarınımız için de geçerlidir. Yeter ki, bunu ihya edebilelim. Bunu başarabilirsek insanı ihya etmiş ve dünyaya nizamât vermiş oluruz.

“Yiğit düştüğü yerde ayağa kalka” diye bir söz vardır. Biz burada düşürüldük ayağa kalkmamız da bununla mümkündür.

2023, 2053 ve 2071 hedefleri doğru ama eksiktir. Bu hedefler iki kanatlı olmalıdır ki, gerçekleşsin. Hedefler maddi kanat şeklinde belirlenmiş ve doğrudur. Zaman ve zemine göre daha da geliştirilir ve değiştirilir.

Eksik tarafı maddi olmayan kanattadır. Salih insan yetiştirme kanadı zayıftır. İlayı kelimetullah doğrultusunda âleme nizam verme duygu ve heyecanını taşıyan nesillerin yetiştirilmesiyle ilgili amaç ve program yoktur. Maalesef eğitim sürecinin imalat hataları bu ülkenin sevdalısıdır.

Mevcut eğitim sürecinin tezgâhından geçenlerin ekseriyeti duygusuz, heyecansız ve hedefsiz yetişmektedir.

İki kanatlı bir ufuk bizim medeniyetimizin ihyasına ve dünyayı 2023, 2053 ve 2071 inşasına götürür.

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu Yazı Hakkında Ne Düşünüyorsunuz?