11 Eylül 2022 Pazar

Eylül Denince

 

Eylül Denince

Veysi ERKEN 

12 Eylülün yıl dönümü münasebetiyle Allah’ın laneti bütün darbecilerin, zalimlerin , iltisaklılarının ve savunucularının rahmeti bütün “Çağrımız İslam’da Dirilişedir” diyerek şehit veya gazi olanların üzerine olsun duasıyla.

Bu Yazı aziz dostum Dr. Mehmet Güneş Beye aittir. İzniyle yayınlıyorum. Darbecilerin ve zalimlerin zulmü ancak böyle anlatılır. İlave edecek bir şey yok.

EYLÜL DENİNCE BİZİM NESLİN AKLINA HEP *12 EYLÜL* GELİR...

Dr. Mehmet Güneş

*12 EYLÜL* DENİNCE DE; *"DÎN Ü DEVLET, MÜLK Ü MİLLET"* İÇİN ALIN, GÖNÜL VE ZİHİN TERİ DÖKERKEN BAHARLARINA KAN DAMLAYAN İDEÂLİ̇ST YİĞİTLER VE Î'LÂ-YI KELİMETULLAH İÇİN NİZÂM-I ÂLEM ÜLKÜSÜ UĞRUNDA MÜCADELE VERİRKEN MEDRESE-İ YUSÛFİYE'DE ÇİLE ÇEKİP, *URGANLI ŞAFAKLARDAN NURLU BASAMAKLARA* YÜRÜYEN O *DOKUZ ŞEHİT* DÜŞER YÂDIMIZA...

VE BİR DE ONLARIN DÂVÂ ARKADAŞI OLAN MAMAK GÂZÎLERİ̇YLE; KIBLE YÜREKLİ, *"GÜL"* GÖNÜLLÜ, HİLÂL BAKIŞLI, BOZKURT DURUŞLU, TÛRAN DÜŞÜNCELİ EYLÜL'ÜN KIRDIĞI GÜLLER GELİR DÎL-İ NÂŞÂDIMIZA...

70'Lİ YILLARIN HER TÜRLÜ SIKINTISINI İZMİR'DE YAŞAYAN  VE BUGÜNKÜ HÂL-İ PÜR MELÂLDEN CÜMLE KADİM ÜLKÜCÜLER GİBİ ZİYÂDESİYLE MUTAZARRIR OLAN FAKİRİN YILLAR ÖNCE ; MÂZİDEN HÂLE, HÂLDEN İSTİKBÂLE UZANAN YOLCULUKLARINI BİR ZEVK-İ  TAHATTUR, BİR YÂD-I TAHASSÜR MELÂLİ VE BİR BEZM-İ  TAGAYYÜR HÜZNÜ İLE KALEME ALDIĞIM *12 EYLÜL YAZILARINDAN* BİRİSİNİ DAHA; ŞEHİTLERİMİZE VE ÂHİRET YURDU'NA YOLLADIĞIMIZ GÖNÜL DOSTLARIMIZA FÂTİHÂLAR GÖNERMEMİZE VESÎLE OLMASI, BİR DURUM MUHASEBESİ YAPTIRMASI NİYÂZI VE *"ET TEKRÂRI AHSEN, VELEV KÂNE YÜZ SEKSEN"* FEHVÂSINCA  YOLLARKEN, CÜMLE GÖNÜL DOSTLARIMA BÂKÎ SELÂMLARIMI, KALBÎ MUHABBETLERİMİ ARZ EDİYORUM.

*"GÖNÜLLERİ BİRLEŞENLER SELÂM SİZLERE...*

*"UZAKLARDA DERTLEŞENLER SELÂM SİZLERE..."*

 * * *

*EYLÜL’ÜN KIRDIĞI GÜLLER*

Bu yazı *12'den vuran Eylül'ün* *Onlar'ın* rûhunda ve bedeninde açtığı onulmaz yaralara, yüreklere düşürdüğü derin acılara ve bugünkü hâl-i pür melâlin tedâi ettirdiği hüzünlü duygulara dâir bir derkenardır.

 * * *    

Hüzün dolu bir hazan mevsimi geldi yine..

Hayat; umudun, heyecânın, ıstırâbın, hüsrânın, sabrın ve şükrün iç içe girdiği bir zaman dilimidir...

Hayat; hasreti, gurbeti, sevinci, mutluluğu, hicrânı ve vuslatı çileyle dokur...

Hayat, karmakarışık bir rüyâ gibi, farklı duyguları birlikte yaşatır insanlara...

Hayattan eksilen yıllar; yüreklerimizdeki bahar hasretiyle şekillenen bir kardelen olur kimi zaman...

Kimi zaman, mâzîye yaslanan hüzzam nağmeleriyle, hasretin efkârı yakıp kavurur sineleri...

Kimi zaman, hissiyâtın doruğa çıktığı dönemlerde bir türlü aklın elinden tutamaz; duygu ve düşüncelerinizi doğru dürüst ifâde edemezsiniz...

Kimi zaman, gençlik yıllarındaki unutulmayan anların, duygularımızı tutuşturan heyecanların, içimizi ısıtan *Ocak* adlı mekânların, *Eylül'de* verilen imtihanların, baharda yaşanan hazanların, Taş Medreselerin çilesiyle hemhâl olan ve sabrın doruklarında kemâl bulan insanların ve akıncılar çağından bu güne gelip gönlümüze taht kuran isimsiz kahramanların hüzünlü hâtırâları bir yangın yerine çevirir yüreğimizi…     

Ve kimi zaman, hüzne dâir ne söylense az gelir...

Hazan mevsiminde düşen sarı yapraklar, herkesin içindeki hüzün duygusunu harekete geçirse de hayatlarını *“din ü devlet, mülk ü millet”* yoluna adayan, Tûran sevdâsıyla için için yanan, *“Öz yurdunda garip, öz vatanında parya”* olan ve yetmişli yılların toz duman ortamını soluklarken baharlarına kan damlayan *kayıp bir nesil*  için, *“12'den vuran  Eylül*"ü hatırlatan her sonbahar mevsimi anlatılmaz bir elemin yaşandığı kahır dolu günlerdir...  İşkencehânelerde her türlü zulme mâruz kalan, gençliklerini yaşamadan yaşlanan, çektikleri acıları en yakınlarından bile saklayan, sessiz çığlıklarını yüreklerine saplayan ve âşinâ oldukları  *“melâl*”in asâletini yaşayan *Eylül’ün Kırdığı Güller* için, her hazan mevsimi târifi imkânsız simsiyah bir hüzündür...

Çünkü *Onlar*, mukaddes bir dâvânın etrafında bir araya gelmiş; 1980 öncesinde tezgâhlanan kirli senaryoların tam ortasında kalmış; Soğuk Savaş Dönemi’nin hükümran olduğu yıllarda gençliğini, okulunu, istikbâlini, hayâtını ve arkadaşlarını kaybetmişlerdi...

Çünkü *Onlar*, *“tarafsızlık adına denge politikalarına malzeme yapıldıkları oduncu kantarına benzeyen 12 Eylül adaletinin (!)”* getirdiği haksızlığın, zulmün ve mahkûmiyetin her çeşidini bizatihî yaşamışlar; mağduriyetin, mahzuniyetin ve mazlumiyetin her türlü hüznünü yüreklerinin bütün hücrelerinde duymuşlardı... 

Çünkü *Onlar*; vezinsiz bir dünyada yaşayan, fakat hayatın *Gül* kokulu bir kafiyesi olmak isteyen, İ’lây-ı Kelîmetullah dâvâsına olan sadâkat fermânını kanlarıyla yazıp canlarıyla mühürleyen, *"Bu düzen batmaz ise bu vatan batacaktır.”* diyen, *“gölgesiz ve lekesiz bir adalet nizâmı”* kurmak için canını ve kanını sebîl eden 20. yüzyıldaki gâzî-dervişlerdi...

*Onlar* ki; bir 12 Eylül’de *"Vurguncu Düzen’in işbirlikçileri”* tarafından yüreklerinden vurulan, *“vatanı ve milleti çok sevmenin hesâbı”* (!?) akıl almaz işkencelerle sorulan, Mamak’taki C-5’lerde çarmıha gerilen, yargılanmadan haklarında îdam kararları verilen, hüzünleri semâvî sevdâların huzur ikliminde durulan, hâlâ gözbebeklerinde *“Ay-Yıldızlı bir sevda*”nın coşkusu ve heyecânı bütün renkleriyle görülen vefâkâr ve cefâkâr insanlardı… 

Ve *Onlar*; kimsesizliğin, çâresizliğin ve yapayalnızlığın her çeşidini yaşamışlar; ezânın, cefânın ve çilenin her türlüsünü yudumlamışlar; fakat hepsinden daha çok, *“vatandaki gurbet*”ten ıstırap duymuşlardı…

*Onlar*'ı yâd ettiğimiz zaman, içimizi sızlatan bir hicrânın feryâdını duyarız kalbimizde... Fırtınalı yıllardan geriye kalan ve bedeli çok ağır ödenen bir hareketin geçmişini ve bugününü çok farklı duygular içinde hatırlarız... Gönlümüzü şâd eden nice hâtırâlarla coşarken; yüreğimize dokunan hadiselerin efkârında için için yanarız...

*Onlar'ı* yâd ettiğimiz zaman, çıkarsız dostlukları, karşılıksız sevgileri, çekilen acıları, verilen şehitleri, yüreğimizin en mûtena köşesine oturttuğumuz eskimeyen hâtırâları, bâzen âh ederek, bâzen târifsiz bir heyecan duyarak ve bâzen de gönlümüze çöken koyu bir hüznün gölgesinde gözlerimiz bulutlanarak anarız...

*"Onlar"ı* andığımızda; öğrencilik yıllarımız, *“Ocak*”larda geçen acı tatlı günlerimiz, uykusuz gecelerimiz, fikir çilemiz, kutsî ideallerimiz ve gençlik hayâllerimiz resm-i geçit yapar gözlerimizin önünden...     

*“Onlar*”ı yâd ettiğimiz zaman; 12 Eylül öncesi verilen mücâdeleler, mukaddes bir dâvâ için ödenen bedeller, karda-kışta omuzlanan şehitler, delikanlı çağında sırtlanan mesuliyetler, bir *“Kara Eylül*”le zirve yapan işkenceler, Mamak’taki mahkemeler, Taş Medreseler, izbe zindanlar, karanlık ve soğuk hücreler, rutubetli koğuşlar, gergin voltalar, tezgâhlara açık maltalar ve şafak vaktinde infaz edilen îdamlar bir bir canlanır hayâlimizde... Yaşıtları, kendi gelecekleri için tozpembe hayaller kurup *“oyunda, oynaşta”* günlerini gün ederken *“Bu Ülke”* uğruna çile çekenler, en güzel yıllarını hapishanelerde geçirenler, cezaevi dışında madden ve mânen perişan olan âileler; her hafta bin bir sıkıntıya, zorluğa ve tahdide rağmen *Mamak*’taki yakınlarını ziyârete gelmekten yorulmayan vefâlı insanlar, bîçâre babalar, gözü yaşlı analar, çilekeş kardeşler ve nişanlısı îdama mahkûm edilen bahtı kara yavuklular hüzünle düşer yâdımıza... Bütün bunlar hayâlimizde canlanırken kalemin kırıldığı, darağacının kurulduğu, sükûtun yorulduğu, konuşmanın beyhûde olduğu zamanlarda duyduğumuz ve kelimelerle aslâ târif edilemeyen bir hâlet-i rûhiyeyi yeniden yaşarız...    

Tilâvet ettiği son hatmin duâsını, îdam edilmeden önce bizzat kendisi yapan, celladından bile helâllik isteyecek kadar kâmil bir mümin olan, yüreğinde Hubeybî bir îman taşıyan ve;        

*“Sevgili’ye giden yolu*

*Darağacında bulan"*    

*Mustafa Pehlivanoğlu’nun, Ali Bülent Orkan’ın, Selçuk Duracık’ın, Halil Esendağ’ın, Fikri Arıkan’ın, Cevdet Karakaş’ın, Ahmet Kerse’nin, Cengiz Baktemur’un ve İsmet Şahin’in* metânet, fazîlet ve cesâretle Hakk’a yürüyüşlerini hatırladığımız zaman terlemeye başlar gözlerimiz...

*“Onlar*”ı her yâd ettiğimizde; *urganlı şafaklardan nurlu basamaklara* yol bulan *“Yusuf Yüzlü Dokuz Yiğit”in* acısı kavurur yüreklerimizi...  *“Bir ekmeği bölüşen; bir battaniyeyi, bir endişeyi, bir ümîdi paylaşan; ölümle hayat arasındaki ince çizgide hayatla ve ölümle cilveleşen...”* alperenlerin hatıraları yakar içimizi...  Ve koyu bir *“hüzn-ü tahattur”* otuz yıl öncesine alıp götürür bizi... 

Müşterek bir geçmişin aziz hâtırâlarını ihtiramla yâd edenler için *ülküdaşlık*; aynı ana-babadan sudûr eden kardeşliğin bir önceki hâli, âhiret kardeşliğinin bir sonraki mertebesidir ve *dâvâ arkadaşlığı* da *kardeşlik hukukundan bir cüzdür...* Bu anlayışın müntesipleri, *“Onlar*”ı kalplerinin en müstesnâ yerinde misâfir etmişler ve hiçbir şartta *dünya ve âhiret kardeşliklerine* gölge düşürmemişlerdir... Her kim, *Eylül’ün Kırdığı Güller* hakkında *“kardeşlik hukuku*”nu inciten; edebe, ahlâka ve insanlığa sığmayan bir laf ederse, unutmaması gerekir ki, *“üslûbu beyân aynıyla insandır”* ve *“kem söz sâhibine âittir.”* *Onlar* ki , dâvâ arkadaşlığından bihaber olanlara *“Edeb yâ Hû”* derler ve mâzîye dayanan dostluğa verdikleri ehemmiyet sebebiyle de daha başka bir söz söylemezler...  Çünkü *Onlar*, *“Bir Güzel Ülkü”* için bir ömür hasreden; kalemi, kelâmı ve selâmı Kıble’ye dönük olan; *Ülkücülük* denince duyguları şâha kalkan, bütün ülküdaşlarını rozetiyle değil yüreğiyle kucaklayan ve çizgilerinde kırıklık bulunmayan *“Delikanlı Ülkücüler*”dir.

*“Seksen Öncesi”nin* bu idealist gençliğinin gönülleri genç olsa da; *Onlar* saçlarından giymeye başladıkları beyaz kefenleriyle her geçen gün biraz daha gün batımına yaklaşıyor ve *“âsûde bahar ülkesi”ne* vâsıl olanlar artarken, *“dünya gurbeti*”ni mesken tutanların sayısı *“Kıbrıs Gâzîleri”* misâli bir bir azalıyor... 

 Yahyâ Kemâl, *"1918”* adlı şiirinde,

*“Ölenler öldü, kalanlarla muzdarip kaldık,*

*Vatanda hor görülen bir cemâatiz artık”*

diye duygularını dizelere dökerken sanki doksan yıl öncesinden *"Onlar*”ı târif ediyordu… Zîrâ *Onlar*, dün olduğu gibi bugün de yine hor görüldükleri, yalnız kaldıkları ve akıl almaz töhmetler altında bırakıldıkları için, yine mazlum, yine mahzun ve yine mağdur; belki de kendi ülkelerinde hep öksüz, hep yetim ve hep sâhipsiz oldukları için dünkünden çok daha gönlü kırık, daha muğber ve çok daha muzdaripler…       

*Onlar*; terörist artığı liberaller, ateist kalıntısı eski tüfekler, sentetik sosyalistler, rüzgârgülü idealistler, devşirme dava adamları, fason demokratlar ve etnik fitneye çanak tutan, ama Türk milliyetçiliğini tekfir eden nev-zuhur muhafazakârlar gibi *“değişim fırtınası*”na kapılmadıkları gibi; inançlarını, ölçülerini ve ideallerini de berhavâ etmediler ve ettirmediler...       

*Onlar*, vâsıtaları gâye yerine koymadıkları ve araçları amaç edinmedikleri için ne şahısları, ne de nefislerini putlaştırdılar...                

*Onlar*, Allah (c.c.) hatırından daha âlî bir hatır, vatan ve millet menfaatinden daha yüksek bir menfaat tanımadıkları için, bazıları gibi ne millî davalarından ne de Besmeleli sevdâlarından vazgeçtiler... *Onlar*; *“Din, dil, tarih ve millet”* konularına Türk-İslâm Medeniyeti Penceresi’nden baktıkları için, batıcı-pozitivist zihniyetin günümüzdeki temsilcilerinden olup, şimdiki vazifeleri millî (?) münâfıklıklarla da aslâ kol kola girmediler ve hiçbir zaman müşterek hareket etmediler... 

Çünkü *Onlar*; inançlarından, ideallerinden, milliyetlerinden ve şahsiyetlerinden katiyen tâviz vermediler…        

*Onlar*, ne ibâdetlerini ticâret metaı yapan politika tüccarı, ne *“sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasi*”nin omurgasız elemanı, ne de menfaat dağıtan iktidarların bozuk parası oldular…         

*Onlar*, ilkeleri olmayan köşesiz siyâset adamlığına ya da köşe dönmeciliğe teşne bir vatanperverliğe veya dünyevî arzulara peşkeş çekilen bir mâneviyatçılığa değil, hükümet menzilli siyâsî hedeflerin ötesindeki kültür ve medeniyet mihverli bir idealizme, inanç ve ahlâk nîzâmını kuvveden fiile geçiren ecdat yâdigârı bir fazîlete, şahsî sevdâları hiçe sayan ve gelecek nesilleri kucaklayan millî mefkûrelere tâlip oldular… 

Çünkü *Onlar*, her zaman ve her şartta *“ülkücü”* olarak kaldılar ve bu sıfatı taşımayı en büyük şeref bildiler…         

*Onlar*, korkunun dağları sardığı *kenan tufanı*"nın en şedit günlerde bile ülkülerini yüksek sesle dile getirdiler...  *Onlar*; en vahşî işkencelere uğradılar, çok ağır bedeller ödediler; îdam sehpâlarının altından vakarla geçtiler ve hiçbir zaman zâlimlere boyun eğmediler...   

*Onlar*; zindan karanlığında kaldılar, fakat gönül mîmarlarının rahlesinden yüreklerine semâvî ışıklar taşıyıp, gözlerine rahmet bulutları indirerek seyyiatlarını gözyaşlarıyla yıkadılar ve nefs-i emmâreden nefs-i kâmiline giden yolda mesafe kat ettiler...     

*Onlar*; *“Erdem” şâhikası bir mustarip olan 20. yüzyılın Şeyh “Gâlip'inden* hem feyz aldılar, hem de gönderdiği *“Mektup*”lar sayesinde *“garip”* kalmanın ıstırabını hafiflettiler... Zâten *Onlar*, bu fânî dünyada *"garip”* olarak yaşadılar ve *“Emrine şükür”* duasını dillerinden hiç düşürmediler… *Onlar*; garip geldiler, garip kaldılar, garip öldüler; ama ne Altı Köşeli Yıldız’ın, ne de İstavroz’un gölgesinde zevkten dört köşe oldular…

*Onlar*; inandıkları yolda dosdoğru yürümeyi ve dimdik olmayı şiâr edindikleri, dâr-ı dünyada bırakın nâmerde, merde bile muhtaç olmayı kabul etmedikleri için kırılmayı göze aldılar, fakat hiç bir zaman eğilmediler ve bükülmediler         

Çünkü  *Onlar* daha bıyıkları bile terlemeden; *"Ülkü denen nazlı gelin*”e vurulmuşlar ve *“Ay-Yıldızlı sevdaları*”yla destan olmuşlardı dillere

Çünkü  *Onlar*;

*“Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz!”* diyerek gözlerini daldan budaktan sakınmadan bu kutlu mücâdeleye atılmışlar ve gönüllü olarak çıkmışlardı bu meşakkatli yollara...

Çünkü  *Onlar*;

*“Yürü, hâlâ ne diye oyunda oynaştasın?*

*Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın…”* 

îkâzına uymuşlar ve *Yeni Bir Türk Asrı*”nın inşâsı için gönül seferberliğini başlatmışlardı Tûran denen illere...

*Onlar*;

 *"Gül-i ruhsârına meftûn olanlar şüphesiz Sensiz;*

*Ne mülk ü mâl u câh ister, ne de zevk ü safâ ister."*

diyerek  *Gül* aşkıyla meftun olmuşlardı, *Gülzâr-ı Nebî*'de açılan katmer güllere…

*Onlar*; emdiği sütün, içtiği suyun, yediği ekmeğin, bastığı toprağın ve astığı bayrağın hakkını ödemek için varlıklarıyla bu vatana yıllar yılı kan verdiler, can verdiler, akla hayâle gelmez insanlık dışı muamelelere uğradılar; fakat buna rağmen mübarek ecdâdımızdan tevârüs ettikleri bir asâletle hareket ettiler, *“kan kustular”*, fakat dosta düşmana karşı *“kızılcık şerbeti içtik”* dediler; belki de *“bile bile aldandılar, kaybettiklerine değil aldatıldıklarına yandılar ve 'Üstü kalsın!' deyip acı acı gülümseyerek hesabı imzâladılar..."*

*Onlar*; *"devletlü*”ler tarafından insanlık dışı zulme ve haksızlığa uğratılsalar da,

        *“Ben kırk kere İsmâil*

        *Babam İbrâhim değil”*

 deseler de, devlete kırgın ve muğber olsalar da, kendilerine bunca işkenceyi revâ gören cuntacılara ateş püskürseler de, vatandaşlıktan çıkartılıp sürgünde yaşamaya mecbur bırakılsalar da *“Her şeye rağmen bu devlet bizim devletimizdir”* demişler, ne Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne, ne de Uluslararası Adâlet Dîvânı’na Türkiye’yi şikâyet etmişlerdir. Bunu zül kabul etmişler; bırakın bu işe teşebbüsü, bu düşünceyi hatırlarından bile geçirmemişlerdir

Çünkü *“Hilkat, ‘Onlar’ın kumaşını bayrakların kumaşıyla birlikte dokumuş, hamurlarını Allah’a adanan kınalı kurbanlık koçların hamuruyla yoğurmuş, sütlerini haysiyet ve ferâgatin imbiğinden gerçmişti..."*

        Çünkü *Onlar*;

        Sarsılmayan îmanları,

        Bitmeyen heyecanları,

        İnanılmaz kahramanlıkları

        Dünyayı hiçe sayan yanları,

        Haram değmemiş kazançları

        Değişime uğramayan inançları,

        İçten dışa doğru kucakladıkları *millet-ümmet-beşeriyet”* eksenli idealleri,

    Hudutlarla aslâ sınırlanmayan ve şimdiki zamana mahpus kalmayan hayâlleri,

Menfaat tornasından ve harâmî sofrasından geçmeyen tavizsiz hâlleriyle; *"Ay-Yıldızlı bir bayrak”*, *“İpeğe sarılmış çelik”*, *“İstikamet sâhibi bir güzel insan”* olarak vasfedildiler ve gerçek birer *“dava adamı”* diye tesmiye olundular... *Onlar*; hiçbir zaman ve hiç bir şartta ne *“adam*”lıklarına halel getirdiler ne de *“dava*”larına gölge düşürdüler... Bu sebeple siyâsî muarızları tarafından bile *Adam gibi adam* olarak nitelendirildiler…

Hâsılı kelâm, her türlü toplum mühendisliğinin sergilendiği *“siyah-beyaz bir cinâyet filmi”* olan 12 Eylül 1980’le, *‘akl-ı selîmin şirâzesinden çıktığı bir siyâset filmi’* olan 12 Eylül 2018 arasında geçen şu 38 yılda; *“temel referanslar”, “fikrî müşterekler”* ve *“siyâsî tercihler”* başta olmak üzere pek çok şey değişse de, *“değişim”* (?!) modası, herkesi ve her şeyi perde-pûş eylese de, *“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.”* kelâmı herkesin dilinden düşmeyen bir söz hâline gelse de, *Onlar*; *‘değişimin, dünyanın değişmez bir kuralı olduğuna, ama bazı değer yargılarının değişmemesinin de hayatın bir başka değişmez kaidesini oluşturduğuna’* yürekten inandılar…       *Onlar*; *'Ülkücülüğü, sıradan bir siyâsî hareket değil; bir medeniyet iddiasına sâhip olan, kalbi Türkiye için çarpan, gönlü Türk-İslâm Dünyası’nı kucaklayan idealist insanların savunduğu bir dava ve millî-İslâmî-insânî hasletlere sahip ahlâki bir duruş* olarak gördüler... *Onlar*; dinî ve millî referanslarını hiç değiştirmediler, asla devşirilmediler, şahsî menfaatlerin ve dünyevi sevdâların peşinden gitmediler, kişilik ve kimlik zaafiyeti göstermediler...  

Ve *Onlar'dan* dünya misâfirliğini tamamlamayanların büyük çoğunluğu, zihinlerinde ülkenin geleceğine ve Türk Dünyası’nın istikbâline dâir büyük projeler bulunmasına, birikim ve kabiliyetleriyle çok daha üst seviyede bir hayata ve makama layık olmalarına rağmen; inançlarından ve ülkülerinden hiçbir zaman taviz vermedikleri, harama el uzatmadıkları ve dünyevi mevkiler için eğilip bükülmedikleri için, sade bir hayat sürdüler ve sıradan bir insan olarak aramızda yaşamaya devam ettiler…     

Kim bilir;

Belki bir caddede yorgun adımlarla yürürken gördüğünüz, 

Belki bir belediye otobüsünde sırt sırta verdiğiniz,

Belki bir hastane koridorunda yan yana durduğunuz,

Belki bir şehirde güven veren duruşundan cesaret alıp adres sorduğunuz,

Belki vakur tavırlarına ve babacan hâllerine kanınız kaynayıp yanına vardığınız,        

Belki aynı mahallede komşuluk yaptığınız, samimiyetiniz çok fazla olmasa da bir haksızlığa uğradığınızda hemen yanı başınızda bulduğunuz ve sıkıntılı günlerinizde yardım almak için başvurduğunuz,   

Belki, sert bakışlı, sarkık bıyıklı ve saçları dökülmüş bir devlet memuru diye vasfederek odasına girdiğiniz,

Belki; emekli olup, elinden tuttuğu torununu parkta gezdirirken bir anda dostluk kurduğunu,     

Belki, omuzlarına binmiş olan hayatın yükünü taşıma telaşı içinde çırpınırken, bir vesileyle sohbet etme saadetine erdiğiniz,

Belki televizyondaki bir tartışma programında ya da bir panelde dinlediğiniz; duruşundaki vakara, hitabındaki asalete, düşüncelerindeki berraklığa ve konuşmalarındaki mantık silsilesine hayran olup *'Sağlığın, vatanın ve devletin kıymeti kaybedilince anlaşılır.'* diye biten bir cümlesinden nice hikmet çiçekleri derdiğiniz,      

Belki; dünkü celadet ve cevvaliyetine taş çıkartan bir sükûnet ve teslimiyetle bir mürşidin rahlesine diz çöküp nefsini dize getirmeye çalışırken bir dergâhta buluştuğunuz ve bir hatmeye birlikte oturduğunuz,       

Belki, neden millî, İslâmî ve insânî problemleri bu kadar dert edindiğine, neden Türk-İslâm Dünyası’nın her meselesine hassasiyetle sâhip çıktığına, neden hadiselere mübârek ecdâdımız gibi *“Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”* zaviyesinden baktığına ve niçin yıllar yılı *“yatağına kırgın”* aktığına ya da akıtıldığına akıl yorduğunuz...                

Bir kimseye rastlarsanız, bu kişi belki de *Onlar*"dan birisidir...       

Artık, ömrü ikindiye çoktan merhaba demiş, yaşı elliyi devirip altmışına merdiven dayamış, tavırları olgunlaşırken millî hassasiyetleri hiç azalmamış, haksızlık karşındaki tepkileri sessiz perdelerde kalmamış bir kişiyle karşılaşırsanız, bu kişi de büyük ihtimalle *“Onlar*”dan birisidir...        

*“Türkiye”* deyince bakışları çakmak çakmak olan, *“İstiklâl Marşı”* okunurken gözleri dolan, *“Mamak”* denilince yürekten bir *“ah”* çekip derin bir elemin içine dalan,  *“Yemen Türküsü*”nü dinlerken en koyu hüzünler gözbebeklerinde dalgalanan ve *“Çırpınırdın Karadeniz”* marşını hançeresini yırtarcasına haykıran birisini görürseniz, bu kişi de mutlaka *"Onlar*”dan birisidir...

Bir gün *“Sonsuzluğun Sâhibi*”ni tefekkür ederken aşka gelen, bir gün minarelerden; *"Şehbâl açan rûh-ı* *revân-ı Muhammedî*”yi dinlerken, dudaklarından;      

        *“Bu ezanlar ki şehâdetleri dînin temeli*

        *Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli”*

 dizeleri dökülen; bir gün elindeki tespihini ritmik hareketlerle çekerken Türk Milleti’nin *Gül* aşkını büyük bir coşkuyla dile getiren; *“İ’lây-ı Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem Ülküsü*”nden bahseden ve külhani tavırlarına Medrese-i Yusufiye’de dervişhan muhabbetler ekleyen birisine rastlarsanız, biliniz ki bu kişi de mutlaka *“Onlar*”dan birisidir…   

*Onlar* ki, Seksen Öncesi’nden söz açılınca boğazlarına bir yumruk tıkanır, şehit olan *"can gardaşları*”nı hatırlar ve sükûtun çığlıklarındaki derin düşüncelere dalıp giderler…      

*Onlar* ki; kan ve barut kokulu can pazarında ülküdaşlarıyla omuz omuza verdiği günleri, şafaklarına kan damlamış geceleri ve meşâkkatin her çeşidinin paylaşıldığı o çileli zaman dilimindeki candan arkadaşlıkları anıp eski hatıralarını yaşlı gözlerle yâd ederler…       

*Onlar*”dan sadece bir kişiyi bile tanımışsanız, diğerlerini de çok kolay tanırsınız… Bakışlarındaki inanç, tavırlarındaki vakar, düşüncelerindeki idealizm, duruşlarındaki asalet, karakterlerindeki mertlik, tokalaşıp kucaklaşmalarındaki sertlik ve bu sert görüntünün arkasında saklı olan engin merhâmet, hudutsuz bir samimiyet ve vatan sevgisindeki o büyük kesâfet, bu *“kayıp neslin”* değişmez özellikleridir…   

Fazla söze ne hâcet; *“Onlar”ı* tanımak için sadece gözlerine bakmanız yeterlidir… Çünkü hangi yaşta olurlarsa olsunlar, onların gözlerine *“Ay-Yıldızlı bir sevdâ ışığı*”nın demir attığını görür ve bakışlarıyla terennüm ettikleri;   

        *“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,*

        *Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”*

anlayışındaki bir inancın tezahürlerinin, *“kâl”* değil, *“hâl”* olduğuna gösterdikleri millî reflekslerle tanık olursunuz..      

Ve *“Onlar”ın* düşüncelerinde;

 *“Alperenler; bir aşılmaz dağdılar,*

*Aydınlığa gönül verip, yıldızları sağdılar…*

*Nurlanıp, nûr üstü nurdan,*

*Tekbirlerle doğdular.*

*Tek başına destandılar,*

*Tek başına çağdılar…”*

anlayışına müdrik bir idealizmin kıyam ettiğine ve sinelerinde, rozetlerinden çok daha büyük bir yürek taşıdıklarına şahit olursunuz vesselam..

Bu vesileyle *“Eylül’ün Kırdığı Güller*”den âhirete göçenleri hayır duâlarla yâd ediyor; Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret diliyor, Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’dan şefkat ve şefaat niyaz ederken, *“Güzel atlara binip giden o güzel insanlara”* Yahya Kemal’in Vedâ Gazeli’nden bir beyitle sesleniyorum:

        *“Tekrar mülâkî oluruz bezm-i ezelde;*

        *Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler…”*

Ve *Onlar* diye tesmiye ettiğimiz bu güzel insanlardan hayatta olanlara; hayırlı bir ömür, sağlık, âfiyet ve iki cihan saadeti ve îman selâmeti diliyorum...

Yıllar önce kaleme aldığımız bu yazı vesilesiyle, kendisini *“Onlar*”dan birisi olarak gören herkese en kalbî muhabbetlerimi ve baki selamlarımı arz ediyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu Yazı Hakkında Ne Düşünüyorsunuz?